Ayşe Naz Hazal Sezen
‘Benim Yerime Sen Hatırla!’: Anılarımızı çalan makineler
Belleğin algılanan gerçekleri değiştirmesinden mütevellit, adım adım kendi belleğimizden daha çok güvenmeye başladığımız dijital teknolojiyle birleşen fotoğraflara ve sanal belleklere doğru yöneliyoruz. Biz dijital kameralarımıza güvendikçe, yapılan araştırmalar an’larımızı belgelemek için kullandığımız kameraların, anılarımızdan eksilttiğini gösteriyor. Hatırlamak için fotoğraf çekenlerin, fotoğraf çekmeyenlere kıyasla daha çabuk unuttukları görülürken; hatırlamak için sosyal medya platformları üzerinden fotoğraf çekenlerin ise en düşük hatırlama oranına sahip olduğunu görüyoruz.
Kim olacağımıza, kime ve neye dönüşeceğimize belleğimizde arşivlediğimiz an(ı)ların bilgisiyle ulaşırken, geçmişimizde içinde olmadığımız an(ı)lar çoğalıyor. Tecrübelerimiz, hayal kırıklıklarımız, yaslarımız, aşklarımız, gözyaşlarımız, kahkahalarımız, sevinçlerimiz, hepsi verilmiş bir pozun arkasında saklanıyor. An, merceğin bize dönüşüyle değişiyor. Kendimizden, duygumuzdan, an’ımızdan çıkarak, poz veren bir bedene dönüşüyoruz. Kendi doğal eyleminden, kendi benliğinden uzak bir bedene…
1839’da gümüş bir plaka üzerine alınan baskıyla tarihte ilk kez bir an bir mekâna sabitlenir. Işığın (foto) yazıya (graphe) dökülmesiyle, önce fotoğraf kelimesi hayatımıza girer, sonra hepimizin ceplerine girecek kadar ilerler.
Peki, Kızılderililerin fotoğraf makinesiyle ilk kez karşılaştıklarında “ruhlarını çalan” makine dedikleri bu icat, nasıl olur da modern dünyanın hafızası haline gelir?
Çünkü insan hatırlamak ister. Bilinmeyen geleceğe doğru ilerlerken bildiği geçmişini yanında/sırtında/belleğinde taşımak ister. İnsan arşivlemek ister. Kim olduğunu, nereden geldiğini hatırlamak ister. Sonra bakmak ister. Kim olduğuna bakmak, bir zamanlar nasıl biri olduğunu görmek ister. Anımsamak ister. Anmak ister.
Belleğimizden an’a çağırabildiğimiz ve çağıramadığımız tüm an(ı)larız biz... Geçmişten bugüne taşıdığımız an(ı)lar bütünüyüz. Belleğimiz bizim duygularımız, belleğimiz bizim eylemlerimiz, belleğimiz bizim istikrarımız; belleğimiz biziz. Biz hatırladıklarımız ve unuttuklarımızdan geriye kalanız. Geçmişi arşivleme ihtiyacımız, an(ı)larımızla şimdiki zaman arasında kurduğumuz bağlantılar sonucu değişen ve dönüşen ben’i görmek istiyor oluşumuzdan… Belki de fotoğrafları bu dönüşüm ve değişimin bir kanıtı olarak saklıyoruz. Fotoğraflar, iyi ya da kötü, değişimimizin aynası olabilirler. Peki, aynanın yeni temsili kameralar, bizi, bize anlatan belleğimizin de yerini alıyor olabilirler mi?
An’ı sabitledikçe anılarımızdan eksiliyoruz!
Günümüzde daha fazla an’ı sabitleyebilmek için kişisel belleğimize yardımcı olacağına inandığımız fotoğraf makinelerini sıklıkla kullanıyoruz. Belleğin depo yapma ve arşivleme özelliğini yeni dünyanın teknolojik imkanlarıyla birleştirerek, bireysel ve kolektif belleğimize hizmet edecek an’ları biriktirmeyi umuyor ve çektiğimiz fotoğrafların an(ı)larımızı hatırlamaya yardımcı olacağına inanıyoruz. Belleğin algılanan gerçekleri değiştirmesinden mütevellit, adım adım kendi belleğimizden daha çok güvenmeye başladığımız dijital teknolojiyle birleşen fotoğraflara ve sanal belleklere doğru yöneliyoruz. Biz dijital kameralarımıza güvendikçe, yapılan araştırmalar an’larımızı belgelemek için kullandığımız kameraların, an(ı)larımızdan eksilttiğini gösteriyor.* Hatırlamak için fotoğraf çekenlerin, fotoğraf çekmeyenlere kıyasla daha çabuk unuttukları görülürken; hatırlamak için sosyal medya platformları üzerinden fotoğraf çekenlerin ise en düşük hatırlama oranına sahip olduğunu görüyoruz. Değişen algılara rağmen sabitlediğimiz bir şeyi neden daha hızlı unuturuz?
Hikâyesiz belleklerimiz
An’ı sabitlemek için fotoğraf çektiğimiz an’da, an’ın dışına çıkarız. Deneyimlemek ve hissetmekten uzaklaştığımızda ise görüntü kişisel belleğimize değil, dijital bir belleğe kaydedilir. Analog çağda bir fotoğraf sahibine (fotoğraf için hazırlık yapanın, çekenin, çekilenin, basanın, baskıya sahip olanın, saklayanın, arşivleyenin…) hikayesiyle gelirken, dijital çağda bir fotoğraf ancak yirmi dört saat hikâyede kalabiliyor. Hikayesiz kalan belleklerimiz an(ı)ları bağlayacak duygular, deneyimler veya hatırlatıcılar bulamadıkça ya unutuyor ya da an(ı)ları sahteleştiriyor. Bazen de kameranın orada, bizim yerimize an’ı kaydedeceğini bildiğimiz için bilişsel olarak an’a hazırlanamıyoruz.** Kişisel belleğimiz, zihin beden-dünya etkileşimini hatırlama sorumluluğunu çektiğimiz fotoğrafa yüklüyor. Kendi bilişsel yükümüz azalırken, an’ının zihnimizde var olma süresi de kısalıyor. Bellek, hatırlama sorumluluğunu dijital olarak kaydedilmiş bir fotoğrafa verdiğinden, hatırlamaya yardımcı olacak zihinsel stratejileri de kullanmak zorunda kalmıyor. Zaten gerçeklik algısı göreceli ve değişken olan bellek, es geçtiği tüm bu aşamalar sonucunda, pratikleştiğini sanarak bu an’ı iyi bildiğine dair bir yanılsamaya düşüyor ve kaydetmiyor.*** Böylece içine duyularımızın bilgisini, duygularımızı, değer yargılarımızı katarak an(ı)larımızı her defasında yeniden yorumlayan, yeniden hatırlayan, kişisel tarihimizi yazarak bizi biricik kılan belleğin görevini değişmeyen, dış etkenlerden etkilenmeyen, iç etkenleri olmayan dijital bir objektif üstleniyor. Sonunda, an(ı)ların yeniden yaratma sürecini biz değil, çektiğimiz ve paylaştığımız fotoğraflar belirliyor.
Poz veren bedenler, anısız zihinler
Kim olacağımıza, kime ve neye dönüşeceğimize belleğimizde arşivlediğimiz an(ı)ların bilgisiyle ulaşırken, geçmişimizde içinde olmadığımız an(ı)lar çoğalıyor. Tecrübelerimiz, hayal kırıklıklarımız, yaslarımız, aşklarımız, gözyaşlarımız, kahkahalarımız, sevinçlerimiz, hepsi verilmiş bir pozun arkasında saklanıyor. An, merceğin bize dönüşüyle değişiyor. Kendimizden, duygumuzdan, an’ımızdan çıkarak, poz veren bir bedene dönüşüyoruz. Kendi doğal eyleminden, kendi benliğinden uzak bir bedene…
Beni ben, seni sen, onu özel yapan, insanı biricik kılan tüm an(ı)larımız, deneyimlerimiz sanal bir bellekte, insandan uzakta hatırlanmayı bekliyor. Bizim an(ı)larımızı bizim yerimize yapay bir zekâ hatırlıyor. Sanal bellekte biriktirdiğimiz an(ı)larla geçmişimizin ve kendimizin yansımalarını izlediğimizi sanırken, kişisel belleğimizde geçmişten an’a doğru olan kendi yansımamızı bulanıklaştırıyor olabilir miyiz?
Belki de Kızılderililerin “ruhlarını çalan” makine derken kastettikleri, an(ı)larımızın çalınmasına dairdir!.. An(ı)sız kalanlara dair bir öngörüdür.
*J.S. Soares & B.C. Storm (2018), Forget in a Flash: A Further Investigation of the Photo-Taking-Impairment Effect. Journal of Applied Research in Memory and Cognition, 7(1), 154–160. doi:10.1016/j.jarmac.2017.10.004
**Bilişsel boşaltma (cognitive off-loading)
***Üst-bilişsel yanılsama (metacognitive illusion)