Boray Acar
Türkiye’nin Demokrasi Sınavı..
Demokrasimiz zor bir süreçten geçiyor. Siyasi iktidar, yokuş aşağı giderken freni patlamış bir kamyon misali; dokunduğu yere hasar veriyor, her dokunuşunda da kendisinden bir parçayı arkasında bırakıyor. Bu kontrolsüz gidişin ülkeye vereceği zararı düşünen bizlerse asıl çarpacağı, dağıtacağı, dağılacağı ve duracağı yeri öngörmeye çalışıyoruz. Aynı geminin içinde olduklarını tekraren söyleyen iktidar bileşenleri aslında freni patlamış bu kamyonun içinde, kendi enkazlarına doğru hızla savruluyorlar.
Geçtiğimiz hafta yaşananlar yirmi senelik siyasi iktidarın serencamını gösterir nitelikte. Toplumun yarısını geri dönülmez bir şekilde kaybetmiş olmanın yarattığı korku ve kaygı; en azından diğer yarısını konsolide etmelerini, elde tutmalarını zorunlu kılıyor. Başka bir ifade ile AKP ve onun mutlak lideri Recep Tayyip Erdoğan, iktidarda kalmanın yolunu aslına rücu etmekte bulmuş görünüyorlar. Bunu yaparken de muhalefet eden, hatta bırakın muhalefet etmeyi, eleştirmeye kalkan herkesi karşılarına almakta beis görmüyorlar.
Andımız ile başlayan gündem tartışmaları; parti kapatma davası, Gezi Parkı’nın İBB mülkiyetinden alınarak bir vakfa devredilmesi, mutat hâle gelen Merkez Bankası Başkanı değişikliği, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun gözaltına alınması ve serbest bırakılması, kurlardaki dalgalanma gibi tarihe geçecek pek çok olay ile yoğunlaştı. Aslında tüm bu yaşananlar otoriterleşmenin, artık safını iyiden iyiye belli etmeye ve “pozisyon almaya” zorlayan bir hâl aldığını gösteriyor.
Milliyetçi – mukaddesatçı bir politika izleyen siyasi iktidarın, aynı temelde siyaset yapan ve kendisi gibi toplum vasatına oynayan rakiplerini yanına alması veya bir şekilde ekarte etmesi gerekiyor. Her ikisi için de elinden geleni fazlasıyla yaptığı söylenebilir. Tayyip Erdoğan’ın birçokları tarafından tutarsızlık olarak nitelendirilen davranışları da bu amaca hizmet ediyor. Erdoğan’ın bu tutumunu; İstanbul Sözleşmesi, Asiltürk ziyareti, Ayasofya kararı veya Mısır politikası gibi iç ve dış siyasette yapmaya devam ettiği onlarca manevra ile somutlayabiliriz. Diğer yandan; İslamcılara karşı daha Müslüman, milliyetçilere karşı da daha milli bir “halk adamı” imajının bereketini kullanarak da elde edemediklerini saf dışı bırakmayı hedefliyor.
Küçük ortağın da bu tarz–ı siyasetten bir şikâyeti olduğunu düşünmüyorum. Muhtemeldir ki; kendilerinin bile hatırlamak istemeyecekleri bir iktidar deneyiminin üstüne, –hem de bu sefer sorumluluk almadan – siyasete yön verebiliyor olma konforunu sürdürmeyi tercih ediyorlar. Gergerlioğlu’nun, MHP Genel Başkanı’nın çağrısı sonrasında meclis çatısı altında gözaltına alınması da, iktidarda iken sahip olamadıkları siyasi kudretin, ortaklığın kalbine giden damarlardaki “asil kanda(!)” mevcut olduğunu gösteriyor.
Tayyip Erdoğan, teveccühüne mazhar olamadığı ve olamayacağı toplum kesiminin değerlerine saldırmayı da ihmal etmiyor. Bunun sonucunda kendinden daha fazla nefret duyulmasını umursamadığı gibi, iktidarda kalma hırsı ile ördüğü siyasi hedonizmini de bu kesim ve onların değerleri üstünden tatmin etmiş oluyor. Aynı zamanda; kendisine duyulan nefreti siyasi muzafferiyetinin onur beratı gibi boynunda taşıyarak, kendisiyle aynı duyguları paylaşan ve “Cumhuriyet kazanımlarından hiç hazzetmeyen” toplum kesimine olan sadakatini de vurgulamış oluyor.
Hülasa; siyasi iktidarın artan politik açmazları, kendi manevra sahasının daralmasına sebep oluyor. Bu anlayış ile içinde bulunduğu siyasi fetret devrinden çıkma ihtimali olmadığını bildiğinden, bizzat kendisinin yarattığı sentetik gündemler ile muhalefeti de bu sıkışık sahada siyaset yapmaya zorluyor. Kısmen de olsa başarılı olduğu söylenebilir. Bu durumda muhalefetin, siyasi iktidarın popülist söylem diline olan özentisini bırakarak, temel politik sorunların üstüne, demokratik çözüm yöntemleri ile korkusuzca ve kararlılıkla gitmesi gerekiyor. Tabii; seneler boyunca etnik siyasetin görmezden geldiği halk kitlelerinin iradelerine saygı duyarak, özeleştiri yaparak ve onları kazanmaya çalışarak…