Kerem Kırçuval
SAYIN SAVCI’NIN ACIKLI ÖYKÜSÜ
1954 yılının bahar ayında doğdu. Bir köydeydi. Babası küçük tarlasında buğday yetiştiren, anası tarlanın yanı başında evin öteberisini kurtaran bir kadındı.
Evin ilk oğluydu. Ondan önce üç ablası vardı. Nazlıydı. Çok nazik yetiştirildi. Babası, babasının adını verdiği bu oğlunun terlemesini bile istemezdi.
Günler günleri kovaladı. Sarıp sarmalanan Mehmet adlı bu çocuk bir cinayeti gördü. Köyden bir adam, karısını Mehmet’in gözleri önünde bıçakladı. Meraklıydı, takip etti. O korkunç cinayeti işleyen soğukkanlı adamın karısını kendi tarlalarının yanına gömmesini bile izledi. 5 yaşındaydı.
Dili tutuldu adeta. Her şeyi anlattı. Ama her şeyi. Susturuldu, “Çocuk işte denildi.” Köylü cinayeti örttü. Köye gelen jandarmaya, savcıya yaklaştırılmadı bile. Babasına küstü, kardeşlerine, kendisine inanmayanlara küstü en sonunda da anasına küstü.
Adaletsiz bir dünyaya geldiğine tümüyle karar verdiğinde orta sondaydı. Adalet yoktu ama arayacaktı. Bunu gizledi. Liseyi bu inanç ile hızlı ve başarılı bir şekilde bitirdi. Babası “Liseyi bitirdi, tarlayı da acık büyüttüm artık gelsin geçsin sabanın başına” hülyaları içindeydi. Öyle olmadı.
“Üniversite okuyacağım. Hak okuyacağım, hukuk okuyacağım” diye babasının karşısına dikildi. Evi sessiz ve mutsuz bulutlar kapladı. Kara bulutlar. Anası aslında hep doğruyu söylediğini adı gibi biliyordu. Babasının durumunu da anlıyordu. Okumasını istemese de yine de sessizliğini bozmadı. Bir tek gülümsemesini esirgemedi. Bu Mehmet’e yeterdi, yetti de zaten.
Üniversiteye gitti ta Ankara’ya. Ankara köye uzak bir yerdi. 68’ler ateşinin kıvılcımı atılmıştı. Birbirine düşürülmeye aday gençlerden biriydi. Düşmedi. Taraftı. Tarafı “Adalet” idi.
Fakültenin ilk senesinde gönlünün düştüğü edebiyat fakültesinden Hacer’e son sınıfta evlenme teklif etti. Hacer kabul etti. Yakın sayılabilecek iki köy birlikte düğün yaptı, ilkbaharda evlendiler. Düğünde mutluluk gözyaşlarını davul ve zurna bastırdı. En çok kız kardeşleri, daha da çok anası ağladı. Babasıyla ilk kez kadeh kaldırdı.
Babasına yük oluyordu ama lisans yapması gerekiyordu. Hacer’in varlıklı babası evde eksik bırakmıyordu ama buna da “dur” deme zamanıydı.
Kısa süreli işlerde çalıştı. Azmi, sabrı övülmeye değerdi. Yıpranmıyordu. Bir an önce savcı olmak, kırmızı yakalı o yeşil cübbeyi giymek istiyordu.
Günler günleri kovalamaya devam etti. Savcılık sınavına girdi, sınavı o vakitler soruları çaldırmayanlar yapıyordu. Derece ile kazandı. Mülakata girdi. Mülakat jürisinin tebriklerini alarak salondan ayrıldı. Artık stajyer bir savcıydı.
Hacer’i de alıp, valizine özenle yerleştirdiği cübbesiyle köyün yolunu tuttu. Anasının elini öpecekti. Babasına “Adalet” diyecekti.
Dedi.
2 yılı ücra köşelerde tamamladı. Savcı olarak yine memleketin en uzak yerine atandı. Şikayet etmedi. Kırılan yüreğini Anadolu’nun türküleriyle onardı.
Birkaç yıl sonra nüfusu hayli küçük vilayete atandı. Kızları Ayşe doğdu. Hacer, öğretmen olmayı başardı. Evin mutluluğunu önce babasının hemen bir ay sonra annesinin ölüm haberi bozdu.
Vedalaştı.
Görevine döndü. Gördükleri karşısında şaşkındı. İşlenen bir cinayet karşısında susturulmayla bellediği adaletsizliğin, bin kat fazlasını gördü. Aklı almadı. İtiraz etti. Ettikçe sürüldü.
Millet adına adalet aramak, suçluyu ortaya çıkarmak, namuslunun hayatını korumakla ödevli bu savcı, tarikatların, cemaatlerin adalet adına nasıl at oynattığını, parası olanların adaleti satın almaya çalıştığını gözleriyle gördü. İnanamadı.
Hacer mutsuz olmaya başladı. “Emekli ol” dedi. “Devlet gönderene kadar olmam. En azından benim elime geçenlerin adalete de merhamete de ihtiyacı var” diye itiraz etti.
Ayşe üniversite yaşına geldi, Anadolu’da savrula savrula. Mehmet savcım 39 senesini doldurdu adalet saraylarında.
Emeklilik hak olmuştu. Kolay değil ya eline geçen meselelerde, suça, suç örgütlerine bulaşmadan, tarikatlara boyun eğmeden geçirilmiş 39 sene.
Hacer’e konuyu açtı, “Emekliliğe hak kazandım ama Ayşe’ye para göndermemiz lazım. Dur bir sene daha çalışayım.”
Hacer itiraz edemedi.
Bu yıl emekli oldu. Mini bir veda töreni yapıldı adalet sarayında. Pastayı kıdemli hakim aldı, mumları mübaşir evinden getirdi.
PTT’den kağıt geldi. “Hesabınıza emekli ikramiyeniz yatırıldı. Gelin görüşelim” diyordu notta.
Gitti, eline para sayıldı. İnanamadı. Ne bir ev parası ne de bir araba. 40 sene sonra çocuğunu okutmak için borçlandığı kredileri ödemeye yetiyordu biriktirdikleri.
Maaşının erim erim erimeye başladığını biliyordu. Ama belki de emekli ikramiyesi ile hayatının 40 yılını verdiği memuriyetin kendini onurlandıracağını sanıyordu. O da bitmişti artık geleceği de elinden alınmıştı.
Eve dönerken “Adalet” diye mırıldandı.