Hüseyin Tapınç
PROTESTO VE DiJiTAL GÖÇ
Geçtiğimiz hafta gündemi meşgul eden üç önemli olay yaşadık ve böylece 2021 yılına da hızlı bir başlangıç yapmış olduk. Her üç olayın da ortak noktası farklı şiddetlerde de olsa toplumsal bir tepki içermeleri, bir “protesto” olmaları.
Bu olaylardan ilki tüm dünyanın gündemine birinci sıradan girdi ve günlerdir gündemimizin baş köşesinde duruyor. ABD’deki seçim sonuçlarına itiraz eden Trump yanlıları, Kongre Binası’nı işgal ettiler ve seçim sonuçlarının resmi olarak onaylanmasına engel olmaya çalıştılar. Irkçı, cinsiyetçi, homofobik, yabancı düşmanı, İslamofobik, dindar ve anti-elitist Amerikalılar, seçim sonuçlarını tanımamak adına hakikat sonrası dönemi siyasetinin önemli hareketlerinden birisini başlattılar. Özünde faşizan izler taşıyan güruhun bu hareketini kimisi darbe, kimisi de kalkışma ya da en hafifinden protesto olarak tanımladı.
Kongre işgalinden akıllara kazınan iki net sonuç var.
Birincisi, Amerikalıların bu konu hakkındaki güncel düşünceleri ve bu düşüncenin gelecek dönemlere yönelik olarak sunduğu hiç de iç açıcı olmayan öngörüler. Yougov araştırmasına göre, Cumhuriyetçilerin yüzde 45’i, Trump yandaşlarının Kongre Binası’nı basmalarını destekliyor ve oran tüm ABD’li seçmenler arasında yüzde 21. Daha da önemlisi, Cumhuriyetçilerin yüzde 71’ine göre, Trump bu olaylardan sorumlu değil.
Trump’ın bu günlere gelmesinde ve faşizan güruhun gelişip serpilmesinde önemli bir rol oynayan sosyal medyanın gelişmeler sonrasında Trump’a verdiği tepki elimizdeki ikinci önemli sonuç. Trump bugün hemen tüm sosyal medya platformlarında yasaklı bir figür. Trump’a kapılarını kapatmayan platformlar Parler, Gab gibi mecralar ve bunlar da Trump destekleyicilerinin palazlandığı yerler. Ancak, bu platformlar da App Store ve Google Play Store’dan birer birer kaldırılıyor, yeni üye kazanmaları engelleniyor. Bunlardan Parler kapandı bile.
Şimdi zihnimizde yankılanan sorular şunlar: Sosyal medya platformlarının Trump’ı ya da benzeri bir figürü yasaklama hakkı var mı, bu gücü nereden elde ediyorlar? Sosyal medya “zararlı içerik”, “zararlı kişilik” sınırlarını nerede ve nasıl çiziyor? Bu konudaki evrensel değerler neler, bu değerlerin sosyal medya platformlarına uyarlanmasında geç kalmadık mı? Bu platformların kendisi ne kadar masum ve etik? Sosyal medya platformlarının Hakikat Sonrası Siyaset dünyası içindeki rolü ve işlevi nasıl düzenlenmeli?
BOĞAZİÇİ FETHEDİLEN
SON KALE
Geçtiğimiz haftanın ikinci önemli gelişmesi Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin rektör olarak atanan Melih Bulu’ya karşı yürüttükleri protesto gösterileri oldu. Bulu’nun atanma biçimi ve siyasi geçmişi öğrenci protestolarının fitilini ateşledi. Ancak, bu olayların gerisinde aslında iki farklı dünya anlayışının ve yönetim tercihinin çatışması var ve Boğaziçi Üniversitesi de bu çatışmanın gerçekleştiği son sahnelerden birisi.
Türkiye’de her ne kadar rektör seçme süreci 2018 yılında değiştirilmiş olsa da Boğaziçi Üniversitesi son derece köklü bir kurum olarak bu anlamda hala geleneklerine sahip çıkan ve rektör seçimini demokratik geleneklere bağlı olarak seçimle gerçekleştirmek isteyen bir kurum. Son rektör seçimlerinde oyların hemen tamamını alan Gülay Barbarasoğlu’nun yerine dönemin Rektör Yardımcısı’nın rektör seçilmesi Boğaziçi’nin gerçeklerle yüzleşme sürecini geciktirmişti. Ancak, mevcut gelenekleri devam ettirmek ve bu gelenekleri tanımak yerine Cumhurbaşkanı’nın bu kez üniversiteye dışarıdan ve siyasi geçmişi belli bir kişiyi rektör olarak ataması üniversite camiasında kabullenilmedi.
Kuşkusuz ki, bu atama yasal olarak meşru, ülkedeki her üniversitenin rektörü artık seçimsiz olarak Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Boğaziçi Üniversitesi rektörünün atanması ise bunun ötesinde sembolik mesajlarla dolu. Bu atamanın en önemli mesajı Türkiye’deki yeni yönetim anlayışını ve bu anlayışın kodlarını Türkiye’nin en köklü, kurumsal ve itibarlı üniversitesinde de geçerli kılma hamlesi. Boğaziçi fethedilen son kale.
SOSYAL MEDYA NE ZAMAN YANIMIZDA NE ZAMAN KARŞIMIZDA?
Ve biz tüm bu protesto gösterilerini ve sonrasını yazılı basından ya da televizyondan çok sosyal medya platformlarından izledik. Düşüncelerimizi oradan paylaştık, protestoya bu platformlardan destek verdik ya da karşı çıktık. Peki, bu protesto sosyal medya yasakları başladıktan sonra, örneğin altı yedi ay sonra gerçekleşecek olsaydı, biz bu olayları nereden ve nasıl izleyecektik? Protestoya destek verenler fikirlerini nerede paylaşacaklardı? Sosyal medyaya kimin daha çok ihtiyacı var; protesto edenlerin mi, protesto edilenlerin ve protestoya karşı çıkanların mı? Protestonun hangi tarafında olduğumuzdan bağımsız sosyal medya platformlarına bu tür olaylarda bir rol biçme şansımız var mı; sosyal medya ne zaman bizden yana, ne zaman karşımızda?
Geçtiğimiz haftanın üçüncü olayı da WhatsApp’ın gizlilik sözleşmesini yenileyerek Facebook ile bilgi paylaşımını başlatacak olması ve bu paylaşımı bir dayatma olarak kullanıcılarına sunması oldu.
Bu bilginin gündeme düşmesi ile sosyal medyada hızla bir protesto başlatıldı ve #whatsappsiliyoruz kısa sürede yükselen trend oldu. Bu trendin bir parçası olarak da hızlı bir dijital göç ile karşı karşıya kaldık. WhatsApp’tan uzaklaşan kullanıcılar, alternatif mesajlaşma uygulamalarına geçiş yapmaya başladılar. Bu göçün toplam kaç kişiyi kapsadığını an itibarıyla bilmiyoruz ama bu yazının yazıldığı sıralarda App Store’daki ücretsiz uygulamaların ilk dört sırasında mesajlaşma uygulamaları bulunuyor: Telegram, Signal, BİP ve Dedi. Benzer bir sıralama Google Play’de de geçerli.
Bu dönüşümün başladığı ve hız kazandığı anda Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi de verilerin Türkiye sınırları içinde kalması adına herkesi BİP başta olmak üzere yerli mesajlaşma uygulamalarına davet etti. Ertesinde de Rekabet Kurulu ve KVKK WhatsApp hakkında inceleme başlattı ve veri transferini yasakladı. Devlet olaya müdahale etti.
Veri paylaşımında ve hizmet sunumunda AB ülkelerine ve Türkiye’ye karşı çifte standart uygulayan WhatsApp’ın neden olduğu bu protestonun sadece mesajlaşma hizmetine yönelik olması ve aynı şirketin Facebook ve Instagram gibi diğer uygulamalarına yönelmemesi, dijital okuryazarlığımızın seviyesi hakkında önemli bilgiler sunuyor. Üstelik WhatsApp 2016 yılından bu yana içerik hariç tüm verilerimizi zaten Facebook sistemi ile paylaşıyor. Kişisel verilerimizi toplayan, bunları ticari ya da diğer amaçlarla kullanan sadece Facebook ailesi de değil. Tüm dijital dünya devleri, online alışveriş siteleri, internette tıkladığımız her site dijital ayak izlerimizi ve hayatımızı takip ediyor. Çözüm basit, ama sorunun yanıtı zor; tüm sosyal medya platformlarından ve akıllı telefonlardan, internetten uzak durmaya hazır mıyız? Peki, en küçük bir online satış noktası bile hakkımızdaki hemen her şeyi biliyorken ve biz de bunun farkındayken ne oldu da kişisel verilerimiz bir anda böylesine değer kazandı? Neden can havliyle bir platformdan diğerine göç ettik? Kendimizi koruma güdümüzü ne tetikledi? Seçimlerimizi yaparken bizi ne etkiledi?
Bir hafta içinde sığan, birbirinden bağımsızmış gibi duran bu üç olay “Hakikat Sonrası” dünyada birbirimize nasıl da bağlı olduğumuzu bir kez daha gösterdi. Bu dünyanın göbeğinde de dijitalleşme ve dijital dünyadaki ayak izlerimiz bulunuyor.