Hüseyin Tapınç
NEFRETE İNAT, YAŞASIN HAYAT
Sabit günlerde yazı yazmanın en önemli sorunlarından biri bazen gündemin hızına yetişememek, bizim gibi gündem arsızı toplumlarda herhangi bir olayın konuşulup hızla bir kenara atılmasının birkaç gün ardından düşüncelerini ve değerlendirmelerini paylaşmak oluyor.
Geçtiğimiz pazar günü Yesevi Alperenler Ocağı Eğitim ve Kültür Yardımlaşma Derneği’ne bağlı Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun düzenlendiği LGBTİ+ birey ve sivil toplum kuruluşlarını hedef alan Büyük Aile Buluşması mitingi de bu olaylardan biri.
Hatırlayacak olursak, bu miting dört ana hedef çerçevesinde düzenlenmiş bulunuyor; Her türlü kitle iletişim aracında ve ortamında LGBTİ+ varlığının sonlandırılması, LGBTİ+ sivil toplum kuruluşlarının kapatılması, her türlü LGBTİ+ etkinliğinin yasaklanması ve LGBTİ+ varlığının kriminalize edilerek bu alanda bir kanuni düzenleme yapılması. Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun bir sonraki hedefi de meseleyi TBMM’ne taşımak.
Yaklaşık beş bin kişinin katıldığı söylenen bu miting üzerine çok söz söylendi, çok yazı yazıldı. Bir iki gün içinde de konu bir kenara kaldırılacaktır. Ancak, bu miting etrafında yaşananlar hiç de öyle kolay kolay gündemden kaldırılmaması gereken önemli konulara işaret ediyor. Bu yazıda bu konu başlıklarını gündeme getirmeyi istiyorum.
Büyük Aile Buluşması mitinginin en önemli özelliği devlet ve vatandaş ilişkisinde bir ilke işaret etmesidir. Lafı dolandırmadan söyleyecek olursak, Türkiye’de hükümet / devlet varoluşlarından dolayı ilk kez kendi vatandaşlarının bir bölümü karşısında pozisyon almıştır. Burada altı çizilmesi gereken kavram varoluş kelimesidir.
Tüm dünyada hükümetler LGBTİ+ bireyler, kimlikler, sivil toplum kuruluşları vb. konusunda politikalar geliştirir; bu politikalar bazen pozitif bazen de negatif yaklaşımlar içerir. Gün gelir dünyanın birçok ülkesinde eşcinsel evlilikler ve eşcinsel çiftlerin ya da bireylerin evlat edinmesi meşru bir zemine oturur, gün gelir dünyanın bir köşesinde LGBTİ+ sivil toplum örgütleri bir anda yasaklanır.
Devletlerin yaptığı yasal düzenlemeler bir yana, dünyanın birçok köşesinde LGBTİ+ bireyler onur yürüyüşlerini özgürce yaparlar ya da bazı ülkelerde bu yürüyüşler yasaklanabilir; çeşitli toplumsal gruplar tarafından LGBTİ+ bireyleri ve kimlikleri destekleyen ya da onlara karşı çıkan mitingler gerçekleştirebilir. Bunlar günlük hayatın olağan pratikleri içinde yer alır.
HÜKÜMET GÜN GEÇTİKÇE SERTLEŞİYOR
Ancak, tüm bu toplumsal hareketlilik içinde bir devletin taraf olması ve vatandaşlarının bir kısmı karşısında kendisini konumlandırması pek karşılaşılan bir durum değildir. Türkiye’de Hükümet’in LGBTİ+ hareketi karşısındaki tutumu ya da LGBTİ+ bireyler hakkındaki düşüncesi oldukça net, tartışma götürmez bir şekilde açık. Üstelik Hükümet, bu alandaki politikalarını gün geçtikçe daha da sertleştiriyor. Ancak, devletin kurumları vasıtası ile sırf varoluşlarından dolayı bir insan grubu karşısında tavır almasını ve LGBTİ+ bireyleri hedef göstermesini ilk kez gözlemliyoruz.
Her ne kadar miting düzenleyicileri “biz bireyleri hedef almıyoruz, bize LGBTİ+ kimlikleri dayatan küresel lobileri hedef alıyoruz” dese de mitingin hedefleri düşünüldüğünde devletin bu mitinge açık bir şekilde destek vermesi tartışmasız bir şekilde oldukça endişe verici bir duruma işaret ediyor.
Tam da bu husus bizi Büyük Aile Buluşması ile ilgili ikinci önemli özelliğe taşıyor. Bu miting Türkiye’de LGBTİ+ Hareketi’ndeki bir kırılma noktasına işaret ediyor.
Türkiye’deki LGBTİ+ Hareketi’ni kabaca üç ana evreye ayırmamız mümkündür.
Hareketin birinci evresi, aslında 1990’lı yılların öncesine dayanan ve eşcinselliğin, eşcinsel kimliklerinin yasal düzlemde yok sayıldığı döneme denk düşmektedir. Birçok Batı ülkesinden farklı olarak Türkiye’de eşcinsellik hiçbir zaman yasaklanmamış, yasal açıdan bir suç unsuru teşkil etmemiştir. Eşcinsellik ya da cinsel eğilim gibi kavramsallaştırmalar hukuki düzlemde kendisine yer bulmamıştır. Ancak bu, Türkiye’de eşcinselliğin ya da LGBTİ+ bireylerin sorunsuz bir hayat yaşadıkları anlamına gelmemektedir. Her ne kadar toplumsal anlamda eşcinselliğe yönelik değerlendirmelerde son yıllarda daha pozitif tutumlar yaygınlık kazanmaya başlasa da sonuçta 1990’lı yıllar öncesinde eşcinselliğe ya da LGBTİ+ kimliklere yönelik olarak son derece zorlu dönemlerden söz etmek mümkündür. Buradaki ana dönemeçlerden birisi de 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. Bu darbe sonrasında saçları kazınarak İstanbul’dan sürgüne gönderilen trans ya da travesti bireyler, sahne yasağı alan Bülent Ersoy gibi ünlüler, Ülker Sokak başta olmak üzere Taksim bölgesinde yaşayan transgender bireylere yönelik polis baskınları toplumsal bellekte yer edinmiştir.
Hareketin ikinci ana evresi tam da LGBTİ+ bireylerin görünürlüğünün arttığı ve toplumsal örgütlenmelerin başladığı 1990’lı yıllar ile başlamaktadır ve günümüze kadar uzanmaktadır. Bir önceki dönem nasıl “yok sayma” ile özdeşleşmiş ise bu ikinci dönem de “görünürlük ve yasaklama” ile özdeşleşmiştir. 1990’lı yıllar Lambda İstanbul ve KAOS GL başta olmak üzere LGBTİ+ örgütlenmeler etrafında görünürlüğün arttığı ve toplumsal taleplerin dile getirildiği bir dönem olmuştur.
Bugün başta üniversite kulüpleri ve dernekler aracılığı ile olmak üzere Anadolu’nun birçok şehrinde LGBTİ+ bireylerin sivil toplumun ana aktörlerinden birisini oluşturduğunu biliyoruz. Toplumsal örgütlenme ve özellikle İstanbul başta olmak üzere onur yürüyüşlerinin gündeme gelmesi tarihte ilk kez LGBTİ+ bireyler ile devlet kurumlarını da karşı karşıya getirmiştir. 1993 yılında yapılacak ilk onur yürüyüşü başta olmak üzere günümüze dek birçok sene onur yürüyüşü devlet tarafından çeşitli gerekçeler öne sürülerek yasaklanmıştır. Bu yasaklamalara karşın LGBTİ+ Hareketi başta Gezi olmak üzere birçok toplumsal eylemde aktif olarak yer almış ve toplumsal görünürlüğünü ve etkisini arttırmıştır. Türkiye’de kadın hareketi ile birlikte en etkin toplumsal hareketlerden biri de LGBTİ+ Hareketi olmuştur.
KATILIMCILAR ŞİDDET ÇAĞRISI YAPTI
2022 yılı Türkiye’deki LGBTİ+ Hareketi için bir dönüm noktasıdır ve muhtemelen üçüncü evrenin eşiğindeyiz. İstanbul’da devlet desteği ile gerçekleştirilen Büyük Aile Buluşması Mitingi geleceğe dair önemli ipuçları sunmaktadır. Türkiye’de bugün LGBTİ+ bireyler sırf LGBTİ+ olmaktan kaynaklanan çok önemli bir tehditle karşı karşıyadır. Mitingde konuşmacılar değil, ama katılımcılar açıkça şiddete çağrı yapmıştır. Bunun yanı sıra, yılların birikimini taşıyan örgütlenmeler tehlikededir.
Üstelik Türkiye’de yasal düzenlemeler cinsel yönelim ya da cinsiyet kimliği gibi kavramları nefret suçu, nefret söylemi ya da ayrımcılık gibi düzenlemelerin bir parçası saymamaktadır. Bu listeyi uzatmak mümkün ve tarihsel bir kırılma anını yaşadığımız aşikar. Gelecek ayların neler getireceğini birlikte göreceğiz.
Gelecek günler ile ilgili beklentiler bizi Büyük Aile Buluşması’nın üçüncü önemli özelliğine taşıyor. 2023 yılında yapılacak seçimin kazananı mevcut iktidar olursa Türkiye’de LGBTİ+ bireyleri zor günlerin beklediğini söylemek falcılık olmayacaktır. Peki, seçimi günümüzün muhalefeti kazanırsa ne olacak? Geçtiğimiz pazar günü düzenlenen miting ile ilgili olarak Altılı Masa partilerinden hiçbirisi, başta masanın ana aktörü olan CHP, tek bir kelime etmedi. Bu CHP’nin LGBTİ+ bireyleri ilk yalnız bırakması, sahiplenmemesi değil; onun şu anki önceliğinin mütedeyyin seçmenleri küstürmemek, ürkütmemek olduğunu biliyoruz. CHP evrensel ilkelere dayalı bir siyasetten fersah fersah uzak bir siyaset izliyor; tabii ki partinin esas ilkesi bu da olabilir. Tek bir kelime etmediği için bilemiyoruz; varoluşundan kaynaklanan tehlike altında olan seçmenlere dair bir kelimesi yoktur belki de.
Mitingin bizlere hatırlattığı evrensel ilkeleri bir kez daha analım ve yazıyı bitirelim. Nefret söylemi, düşünce ve ifade özgürlüğü değildir. Ayrımcılık suçtur. Bir insanın varoluşunu yok saymak, protesto etmek açık ve net insanlık suçudur.