Kerem Kırçuval
KORKUNÇ DOĞU DEĞİL VAHŞİ BATI
Kanın, gözyaşının, vahşetin hiç eksilmediği, kadersiz, bereketsiz bir coğrafya Afganistan.
Aşiretlere, kabilelere bölünmüş, sınırları çizilerken birbiriyle hiç barışmayacak etnik unsurların bir araya getirildiği, sonradan fark edilen yeraltı zenginlikleriyle akbabaların gözlerini hiç ayırmadıkları kederli topraklar.
En ucuz değerin insan yaşamı olduğu, kadınların köle yerine bile konmadığı, çocukların mayınlar arasında sek sek oynarken bacaklarını, kollarını oyun alanında bıraktıkları, dünyanın en korkunç lunaparkı.
Dünyayı sarhoş eden uyuşturucu üretiminin başkenti. Üretmekle kalmayıp, halka alıştırılan ve böylece tam uyuşturulan, dünyadan, medeniyetlerden, insan haklarından, itirazdan, isyandan, yaşama sevincinden mahrum bırakılan ve sadece ölmeyi bekleyen kalabalıklar.
Kendisini dünyanın jandarması olarak görenlerin bombalarıyla, tanklarıyla savaş oyunlarını oynadıkları, yeni taktiklerini sınadıkları ve bunu her 10 yılda, bilemedin 20 yılda yineledikleri kanlı bir muharebe sahası.
Acının stadyumu, kan ve gözyaşının deposu, duyguların, merhametin ve vicdanın en büyük mezarlığı.
Ve coğrafyanın her türlü berbatlığına misliyle layık olan siyaseti, siyasetçisi.
Amerika 11 Eylül’ü bahane ederek arkasına NATO’yu da alarak işgal ettiği bu ülkeden, apar topar bile az, kaçarcasına çekildi. Geriye adeta işkencecisini seven milyonların hayal kırıklığı, ölüme bir adım daha yaklaşmanın korkunç haberi kaldı.
Yüz binler ülkeden kaçmanın yolunu aramaya başladı. İşkencecileri olsa da Amerika’ya, Batı’ya güvenmişlerdi. Daha kötüsü kendi insanlarına, Cumhurbaşkanlarına inanmışlardı. En azından Kabil’in savunulacağını, Taliban’ın bu kadim kenti yürüye yürüye alamayacağını sanmışlardı.
Yüz binler Kabil Havalimanı’na akın etti. Cinayetlerini bitirip sıvışmaya hazırlanan Batı’nın uçaklarına binmeye çalıştılar. Korkakların havaya açtığı ateş, barbarların kargo uçaklarını pistte üzerlerine sürmesi, vahşi helikopterleriyle alçak uçuş yapması bile onları vazgeçirmedi.
Böyle ölmek istiyorlardı. Kaçarken ölmek. Bir ölümden bir ölüme atlamaktı onlar için yaşamak, ama ölümlerden bunu tercih ediyorlardı.
Kendilerinden olan birilerinin kör bir bıçakla, önce aşağılayıp sonra boğazlamasındansa coğrafyalarına sürekli ölüm taşıyan uçağın kanadına, tekerine, motoruna tutunarak son bir umut içerisinde veda etmek istiyorlardı bu hayata.
Sinemanın, gerçek üstü yönetmen ve senaristlerin, dumanlı başlarıyla bile hayal edemeyecekleri sahneler, canlı yayınlandı tüm dünyaya.
Bu yayınlar Batı’da daha iyi çekiyor. Onlar bu vahşetten acı duymaktansa yine endişelenmeyi tercih ettiler. Yıllardır hem sömürüp hem yok ettikleri hayattan geriye kalanlar endişelendiriyordu onları. Kimileri daha baştan kapılarını kapattı, “Yahu siz insan değil misiniz, ölümden kaçan insanlar öldürülür mü?” bile demeden. Kimileri pazara çıktı, “Doktor ve sanatçılardan şu kadar adet kabul edebiliriz” diyecek kadar küstahlaştı.
Daha kurnazları, bölge ülkeleriyle “yakın çalışma” diye bir fikir ortaya attı, masada kazanma konusunda pek mahir olduklarından. “Masrafı neyse biz ödeyelim ama bu insanları bize yaklaştırmayın” idi bunun anlamı.
Ne tehlike geçti ne ölümler, gözyaşları da bitmedi, damarlarda da hala kan var dökülecek.
Din adı altında katliam yapanlar, cinayet işleyenler elbette günahkâr. Elbette emperyalistlerin kucağında fetva verenler af edilmeyecek. Onların barbarlığını tartışma sınırlarını belirleyen Batı, Vahşi Batı ne olacak?
“Dünya ortaçağı yaşayanları gördü. Barbarlık geri döndü. Afganistan belirsizlik ve istikrarsızlık” manşetleri atarak kenara çekilenlerin ödemesi gereken bir fatura yok mu?
Tüm bunların sebebi değillermiş gibi uygarlık dersi verenlerin halkları en başta bu duruma isyan etmeli. Sesini çıkartmalı. Onlar da Afgan halkı gibi uyuşturulmadıysa bunu yapabilecek eğitime de vicdana da sahipler.
Bir yoklasınlar kendilerini…