Aytuna Tosunoglu
İKİ YILDIZ
Bu pazar günü de hatırlamak istedim, sanıyorum.
İstanbul’da, 2002’nin Ocak ayında, Alkazar Sinemasında neredeyse her şeyi birlikte yapmaktan zevk aldığım bir dostumla beraber Oğul Odası’nı izledik. Çocuk sahibi olan ve anne olmayı hiçbir zaman bir ayrıcalık olarak görmeyen “biz kadınlar” bu filmde beklentilerimizin ötesinde bir durumla karşılaştık. Filmin yönetmeni ve oyuncusu Nanni Moretti o gün geldi ve ikimize bir şey fısıldadı. Olabilir mi… Film bittikten sonra kucağımızda bizi bekleyen paltolarımızı giydik sessizce, atkılarımızı doladık. Yağmur serpintileri arasında Beyoğlu’nda yürüdük, biraz. Konuşmadan yürüdük. Birer kadeh şarap içme teklifi ondan geldi. Giriverdik, bir yere.
Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey ne olabilir sorusunun cevabı kişilerin cinsiyetine, yaşına ve sosyal statülerine göre değişebilir. Ancak genç ya da yaşlı, konumu ne olursa olsun evlat acısı sözcüğünü duyduğumuz anda bir şey olur. Orası bir tükenme yeridir. İşte tam orada, Nanni Moretti’nin son derece sade, mütevazı, gerçek görsel anlatımıyla karşı karşıya kaldık. “Demek istemek”lerin sergilendiğini hissettiğimiz anda mütevazılık yok, sinema anlatımında… Filmde bir tokat gibi iner yüzümüze; evladımız ölmüştür, yüreğimiz dağlanmıştır, oluk oluk kanıyoruzdur ama bir dakika! Bir dakika! Hayatın devam ettiğine dair ikinci tokadın da sıcaklığını hissederken beklenmedik bir duygu daha sarar bizi; “gidenin” de “kalanın” da bizi sarmaladığı sevgi! Bizim onları sevmemiz! Sevginin dünyayı döndürmeye devam ettiğine olan inancımız!
Nanni Moretti Oğul Odası filmiyle Amerikayı yeniden keşfetmemişti. Sözcüklerin bittiği yerden itibaren yeni sözcükler bularak ve koyarak bizi şaşırtmayı da istememişti, bu filminde. Aslında perdede gördüğümüz “evladını kaybeden bir babanın” gözünden kendimize bakmaktı. Sanki yönetmen Nanni Moretti, kendisi sustuğu gibi bizi de susturdu. Sustuk ve bir baktık ki, acı yerini korurken yanına coşku geliverdi. İç zenginliğimizde ve kalabalığımızda kendi söylenmemiş sözcüklerimizi sıraladık ve şaşırarak baktık. Yaralar kapanmıyor ama bir iyileşme de mümkün… Nanni Moretti filmin sonundaki o sade ve bir o kadar da samimi anlatımıyla hayatın bundan sonrası için elimize bir reçete vermeyi de amaçlamamıştı.
Bu filmi çekmek için büyük paralar gerekmemiştir. Ne diyeceğini bilen bir yönetmenin (malzeme olarak duygu sömürüsüne son derece açık bir öykünün) elindeki kamera ve oyuncularla –üstelik üslubunu bozmadan gelişmiş, sağduyulu ve yap/boz’a uğramayan bir senaryo ile- izleyiciyi düşündürtmesi ve “yarın” için hepimize yetecek kadar sakin ve olumlu liman bırakmasıydı, beni hayran bırakan. Bu dünyanın hallerine yapacak bir şey yoktur sonucuna varmak, umutsuz bir eleştirellikti. Nanni Moretti filminde umudu, içi dolu ve sessiz kelimelerle bize söyletmişti, 2002 yılının soğuk Ocak ayında.
Üç yıl sonra o dostumu, sevgili arkadaşımı kaybettim. Çok gençti, öldüğünde. Sanatın inşa ettiği sakin limandan onu uğurladık. Biz, limanda kaldık şimdilik. Zihnimizde bir coşkunluk. Dostumun bende bıraktığı anılar. Ne güzel bir karşılaşmaydı, bu. Ne iyi olmuştu da yollarımız kesişmişti. O gün, o filmden sonra zamanın tam orasında o ve ben, öylece durmuş olduk. Bir haritanın üzerindeki bir milisaniyelik noktada aynı şeyleri görmüştük, farkındaydık, özgürdük.
Bizi saran ne varsa, hepsi arasından sadece iki yıldız parlar. Birinin adı doğa, öbürü sanat. Doğanın zamansız ve mekansız oluşu sanatla haritalanır. Farkındalık ve özgürlük denen şey bu haritadadır. Zaten, haritada ondan başka şey bulunmaz.