
Aytuna Tosunoglu
Baskı
Adam iktidara bir geldi pir geldi. Koca ülke totaliter bir rejime dönüştü. Bu noktaya gelene kadar demokrasinin tüm unsurlarını kullanması, emmesi, tüketmesi de cabası… Totaliter rejimi benimsemeyenler üzerinde ağır bir baskı uygulandı. Rejime tehdit olarak görülen bireyler de sistematik olarak baskıya uğradı.
Olay Nazi Almanya’sında geçiyor, bizimle bir ilgisi yok. İlgisi var diyenler yanılıyor.
Üçüncü Reich’ın yani Hitler ideolojisinin yükselmesiyle birlikte gazeteciler, akademisyenler, bilim insanları, sanatçılar, sendikacılar, avukatlar ve tabi ki siyasi muhalifler tutuklandı. Tutuklanmayanlara, “Git, terk et” dendi.
Partinin (Nazi partisinin) propaganda aygıtı yani Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı bu süreçte belirleyici bir rol oynadı. Ardından Gestapo, SS olarak bilinen paramiliter örgüt ve halk mahkemeleri iş birliğiyle meslekleri nedeniyle hedef alınan isimler elimine edildi.
Ne demek, elimine etmek…
Nazi yönetimi en başta entelektüel ve bilimsel çevreleri tehlikeli buldu. “Milli olmayan bilim” diye nitelendirdikleri araştırmaları, düşünceleri (!) yasakladı. Böylece yüzlerce akademisyenin görevden alınmasının, bir kısmının tutuklanmasının önü açıldı.
Albert Einstein en bilinenidir. Nazizm karşıtı fikirleri ve ari Alman olmaması yüzünden (Yahudi’ydi) 1933’te Almanya’yı terk ederek Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti. Nazi Almanya’sındaki totaliter rejim onu hemen vatandaşlıktan çıkardı ve mal varlığına el koydu. Einstein’ın el konulan banka hesabının tutarı 1.250 dolardı ve menkul kıymetlerin değeri 6.000 dolardan biraz fazlaydı.
Yine bu süreçte en bilinen gazeteci ve aktivist Carl von Ossietzky’dir. Sağlam bir muhalifti. Onca baskıya rağmen eğilip bükülmedi. Nazi yönetimi öncesi ve sırasında savunma bakanlığının genişleyen bütçesine, silah, uçak vs alımındaki “acayip” artışa dikkat çekti. Nazi Almanya’sının bir savaş hazırlığı içinde olduğu iddialarını dile getirdi. 1933 yılında tutuklandı, tabii.
Ossietzky’nin demesinden çok değil sadece altı yıl sonra Hitler iktidarı, Avrupa’yı içinde insanlarla yakıp yıkacak ve 60 milyon insanın ölümüne neden olacaktı. Hayatta kalmayı başaran milyonlarcasının hayatında maddi ve manevi parçalanmışlıklar bırakacaktı. Sonraki yıllarda savaş sonrasının yarattığı hastalıklar ve açlık nedeniyle yaklaşık 15 milyon insan daha öldü.
Şair ve yazar Bertold Brecht de 1933 yılında baskılar artınca Almanya’yı terk etti. Nazi yönetimi onu “komünist eğilimleri var” diye suçluyordu. Kitaplarını da yasakladılar. Heyhat! Göçmen olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde de 20 yıl sonra komünist olmakla “suçlandı”. Hiç susmadı, “Sofradan en fazla payı alanlar, bize kanaatkâr olmayı öğretiyor. Karnını doyuranlar açlara seslenip gelecek güzel günlerden bahsediyor” diyen şiirler yazdı.
Psikanalizci Sigmund Freud 1938 yılında Nazilerce sorguya alındı. Eserlerinin ve psikanaliz çalışmalarının Nazi ideolojisine aykırı bulunduğu söylendi kendisine… Aynı yıl Nazilerin Viyana’ya girmesiyle birlikte ailesiyle Avusturya’yı terk etmek zorunda kaldı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Hitler iktidara bir geldi, pir geldi. Başkaları da bir geliyor, pir geliyor. İnsan, tarihin ediminin tutsağı olmak zorunda mıdır? Tarihten çıkarımlar insana en başta kendi kendisine söz verdirmez mi? “Bir daha asla!” Verilen sözleri tutmak gibi bir mecburiyet yok mu? Mecburiyetimiz yoksa yüreklerimizin karanlıklarında, yönünü yitirmiş ve savruk olmaz mıyız? Aynı sözü verenlerle buluştuğumuzda hepimizin ışığı kamu alanını aydınlatır. Önemli olan sözü tutmak, “Bir daha asla!”