Kerem Kırçuval
“HER ŞEY NAYLONDANDI O KADAR…”
Nasıl bir döneme denk geldik?
Tıka basa dolu kongre salonu görüntüsünün “yatay çekimden” kaynaklı olduğuna inanmamızı isteyen de var, “Pudra şekerini burnumdan çekiyordum” diyen de.
Hala “Merkez Bankası’nın parası orada duruyor” diyor Cumhurbaşkanı, piyasanın her aktörüyle reddetmesine rağmen. Hazine’nin başındaki damat görevinden “affını” istiyor, yeni bakan, yeni bürokratlar atanıyor. En güvenilir ve istikrarlı kurum olması gereken yerlerin başındaki Merkez Bankası Başkanlığı mevsimlik işçiliğe dönüştürülüyor.
Döviz patlıyor, faiz yükseliyor, memleket gece kararnamesiyle fakirleşiyor, cebindeki, bankasındaki yastığının altındaki para adeta uçuveriyor, “Neden?” diye kısık sesle de olsa soruluyor, “Dış güçler” yanıtı geliyor, dijital ve otomatik.
Gece kararnamesi yayımlanırken “Kimler malı götürdü?”, “Memleket yanarken paraları kimler topladı?” soruları cevapsız çağrılar gibi.
Yeniden kademe kademe her alandan “Türk” ismi çıkarılıyor, “Rutin birleştirmeler, düzenlemeler” denilerek geçiştiriliyor. Andımız mahkeme kararlarıyla yasaklanıyor, Atatürk’ün aziz hatırasına sayısız saldırı düzenleniyor. Sessizlikle izleniyor.
Kürtlerin partisi kapatılıyor, vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması sıraya konuyor, iddianameye konu olan deliller bir dönemin ortaklığını hatırlatıyor. Mahcup bir körlükle o günler yok sayılıyor.
Pazar yerlerinden gelen görüntüler kimsenin içini sızlatmıyor, sokakta kamera kovalayan nöbetçi, görevli tipler insanlara kaç liralık cep telefonu kullandığını soruyor.
Kaymakam, hizmet için gittiği kasabada, vatandaşa “Çek şu arka ayaklarını” diyebiliyor. “İnsanın arka ayağı olur mu, kendisinin mi var acaba?” Bu soru ortada kalıyor. Cüreti, kibri ve hatta terbiyesizliği soruştur-MA’ya konu oluyor.
Tepeden tırnağa liyakatsiz atamalar yapılıyor. Ballı börekli maaşlı yönetim kurulu üyelikleri dağıtılıyor. Adeta Hazine’den intikam alırcasına su gibi para harcanıyor. Kaynaklar israf ediliyor.
Bir haber düşüyor önümüze, 200 kişiyi işe almaya çalışan muhalefetin elindeki belediyeye tam 52.000 yazıyla da yazayım da aklınızda kalsın elli iki bin kişi müracaat ediyor. Müracaat edenlerin 45 bini üniversite mezunu. Kadro, operatör şoför, ağır vasıta şoförü, büro elemanı ve park bahçe görevlisi. Yok bu gerçek onların gündeminde.
Ve her gün bu memleketin bir köşesinde yaşı fark etmeksizin kadın cinayetleri işleniyor. Kadına şiddetin önlenmesi amacıyla imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece vakti kararnameyle çıkılması yurdun başka bir köşesinde kurban kesilerek kutlanıyor.
Yüksek sesle konuşuyor Cumhurbaşkanı, “Gündemimizde kadınlarımızın haklarını korumayı vicdanlarda değil, kağıtlarda arayanlara söyleyeceklerimiz var” diyor. Aslında o kağıdın, hukukun yazılı hali gerçeğini reddediyor. Ne söylenecek? Kadın cinayetleri aralıksız sürüyor.
“Hak, hukuk, adalet” seslerine parti kongresinden cevap veriyor; “Adalet en çok hassasiyet gösterdiğimiz alanlardan. Şu anda muhteşem bir Yargıtay binası inşa ediyoruz ki dünyada eşi benzeri yok” diyor Cumhurbaşkanı. Adalet’in TOKİ yapımı olduğu sanılıyor.
Günler öncesinden kadrolu yorumcular başlıyorlar propagandaya. Cumhurbaşkanı’nın kongre konuşması “Çokomelli” diyorlar, “manifesto”, “devrim niteliğinde”, “yeni vizyon”, “büyük ve yeni Türkiye’nin ilk cümleleri” benzetmeleri yapıyorlar, yetmiyor, “ultra-mega” sıfatlarını yapıştırıyorlar, daha konuşma yapılmadan “Büyüleyici” diyenler bile çıkıyor.
Orada olanlar dışındaki ahali yine büyülenmek için ekran karşısına geçiyor. Ne manifesto var ne devrim! “IBAN verip para isteyecek herhalde” derken, kararlı sesiyle ulusa çağrı yapıyor:
“Vatandaşlarımdan evlerindeki döviz ve altını çeşitli finans araçlarına yatırarak ekonomi ve üretime kazandırmalarını istiyorum.”
Umutlar bir kez daha kırılıyor.
“Seçim” deniyor, “Bütün güç elinizde, para sizde, hukuk sizin elinizde, tamam hadi çıkalım meydana, ahaliye soralım, sizden memnun mu?” deniliyor, bütün kulaklar sağır.
Sözler tükendi, hayaller para etmiyor, kutuplaştırma, kavga ettirme eski sonucunu vermiyor artık. Bakmayın, kimse ne kör ne sağır. Herkes bıkkın, yılgın. Sandığı bekliyor. Ve herkes bu hayatta kalan günlerini normal, huzurlu, umutlu, oyuncağa çevrilmemiş bu yurtta tamamlamak istiyor. Kibir kulelerinden yükselen sesler değil, şefkatli bir dokunuş istiyor. Zor mu bunu görmek?
Aslında pudra şekeri yalanıyla bir anda ne kadar zincir boşalıyor. Araba bagajlarında danışmaların balya balya dövizlerle görüntüleri düşüyor milletin önüne. Normal kazançlarla alınması imkansız arabalarda çektikleri videoları sonra.
İçlerinden “Bunlardan içimizde çok var. Kahrediyorum. Kurtulmamız lazım ama olmuyor” diyenler de çıkıyor, sesleri anında kesiliyor.
Ortaya çıkanlar muhalefet edenlerden birine ait olsa kıyameti koparacaklar. Sus puslar, ağızlarını açamıyorlar, ölü numarası yapıyorlar.
Korkuyorlar.
Ne diyor büyük usta Turgut Uyar?
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar.”