Serap Durusoy
Faiz Karmaşası
Uzunca bir süredir Türkiye ekonomisinde en çok tartışılan konulardan birisi faiz oranları. Siyasi otoritede hakim olan görüş, yüksek faiz oranının enflasyonun temel sebebi ve küresel sermayeye boyun eğme nedeni olduğu yönünde. Yakın ekonomi tarihine bakıldığı zaman 2008 krizinden sonra ABD başta olmak üzere birçok ülke, ekonomilerini korumak amacıyla geleneksel politika aracı olan faiz indirimine başvurdu. FED (Amerika Merkez Bankası) gibi faiz silahına sarılan ECB (Avrupa Merkez Bankası) daha da ileri giderek negatif faiz oranı uygulayan ilk merkez bankası oldu. Kuşkusuz buradaki amaç üretimi arttırarak büyümeye katkı sağlamak, özel bankaların daha düşük maliyetle ECB’den borçlanmalarını olanaklı kılmak ve dolaşımdaki para miktarını artırarak ekonomik aktivitedeki yavaşlamanın önüne geçmekti.
Düşük faiz politikası nedeniyle sıcak paranın, yüksek getiri elde edeceği gelişmekte olan ülkelerin piyasasına yönelerek o ülkenin parasının aşırı değerlenmesine yol açtığı, bunun uluslararası ticarette fiyat avantajını ortadan kaldırdığı ve bu ülkelerin finansal kırılganlığını arttığı gerekçesiyle çok fazla eleştirildi. 2013 yılından itibaren FED’in parasal genişlemeye son vereceğini açıklamasıyla artık rezerv paralara düşük faizlerle ulaşılma olanağı ortadan kalktı ve bu durum Türkiye gibi tasarruf ve cari açığı yüksek olan ülkelerin döviz borçlanma olanaklarını olumsuz yönde etkiledi. Bu gelişmeler Türkiye’ye yabancı fon girişinin sağlanabilmesi için yüksek faiz politikası uygulanması zorunluluğunu getirdi. Ancak düşük faiz savunucuları tarafından yüksek faizin borçlu şirketlerin finansman ve borçlanma maliyetini artırarak yatırımcının yatırım kararını olumsuz etkilediği, kredi talebini azaltarak piyasayı daralttığı ve küresel salgın nedeniyle iç talebin daha da daraldığı, paranın dolaşım hızı ve büyümenin yavaşlamasına neden olduğu savunulmakta. Özellikle geçmişte yüksek faizle borçlanmış şirketlerin, borçlarını düşük faizle yapılandırabileceği, daha fazla borçlanabileceği ve bu borçları yatırıma dönüştürebileceği düşüncesi hakim. Ancak Türkiye’deki enflasyon oranının yüksekliği ve özellikle gıda enflasyonundaki artışın TL’nin iç değerinin kaybına neden olarak yatırımcının yatırım kararında olumsuz etkilediği ve yatırımcının yatırım kararında geleceğe ilişkin beklentilerin belirleyici olduğu göz ardı edilmemelidir.
Beklentilerin olumsuz olması, yatırımcıyı yatırımlara yöneltmeyip düşük faizle elde edilen borçların varlık alımlarına yönelmesine yol açabilecek olması da bir diğer ihtimali oluşturmakta. Türkiye’ye yabancı fon girişinin sağlanarak, TL’nin alım gücünün artırılarak kurlardaki yükselişin önüne geçilebilmesi özellikle döviz borcu olan veya üretimleri için ithalat yapmak zorunda olan firmaların üretim maliyetlerinin azaltılabilmesi, bilançolarının bozulmasının engellenmesi ve salgınla birlikte artan iflasların önlenmesi için yüksek faiz politikası önem taşımakta. Nitekim ekonomi yönetiminin değişmesinin ardından MB’ önemli bir adım attı. Fiyat istikrarının sürdürülebilir ve refahın önkoşulu olduğunu ileri sürerek kasım ayındaki ilk toplantıda faizi 475 baz puan artırdı ve politika faizini 10,25’ten 15’e yükseltti. 21 Ocak’taki PKK toplantısında ise faiz artırımına gitmedi ve uzun bir süre sıkı para politikası duruşunun devam edeceğini açıklayarak sözle yönlendirmeyi tercih etti. Ancak bu sıkı duruş süresinin ne kadar olacağını ve bu duruşun hangi parametre ile ölçüleceğinin açıklamamış olması belirsizlik yarattı.
Tabiiki para politikasındaki sıkı duruş tek başına yeterli değil buna maliye politikasının da eşlik etmesi gerektiği göz ardı edilmemelidir. Öte yandan bu politikaların iş dünyasının desteğini alması da önem yaşıyor. Salı günü TOBB, TESK, TÜSİAD ve MÜSİAD tarafından yapılan ortak açıklamada Türkiye’de yatırım ortamının iyileştirilmesi için fiyat istikrarının öncelikli olduğu belirtildi. Enflasyonla mücadeleye yönelik Hazine, Maliye Bakanlığı ve MB koordinasyonunda yürütülen çalışmalarda kamu ve özel sektör işbirliğinin altının çizilmesi ve özellikle enflasyonla mücadelede MB’nın ve ilgili kamu kurumlarının çabalarına tüm paydaşların destek vermesi gerektiğinin açıklanması politika yapıcılara verilen önemli bir sinyal olarak yorumlanabilir.