Aytuna Tosunoglu
BURJUVA
Burjuva ama toplumbilim terimi olarak burjuva değil, anlatmak istediğim. Soyadı bu, Burjuva. Adı, Louise. Tam on yıl önce, 99 yaşında kalp yetmezliğinden öldüğünde bir hafta önce bitirdiği eseri atölyesinde duruyordu. Şimdilerde ve aslında hep, ihtiyacımız olan şey sanatın o uzun yoluna vurmak, kendimizi. Goethe demiş zaten, “Sanat ne kadar uzun tanrım, hayat ne kadar kısa…”
New York Modern Sanatlar Müzesi’ne (MOMA) eserleriyle giren ilk kadın unvanına sahip heykel sanatçısı Louise Bourgeois’dan bahsetmek istiyorum. Bilenler anmış olsun, bilmeyenlerin kulağına kar suyu kaçsın diye…
Soyadının işaretlediği gibi, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Paris’te, 1911 yılında doğar, Louise Bourgeois. Aile, annesi Josephine tarafından yönetilen on yedinci ve on sekizinci yüzyıl halılarının, goblenlerin tamir edildiği, alınıp satıldığı bir atölyeye sahiptir. Bourgeois çocukluğunu bu atölyede parçaları eksik ya da eskimiş resim dokumalı duvar halılarını tamir ederek geçirir. 1930’ların sonuna doğru başlayan ve 70 yıl süren sanat kariyeri sabit bir görsel anlayışla ifade edilemez. Yıllar içinde farklı görsel diller ve malzeme kullanımları, değişken boyutlar ve yüzeysel oluşumlar denemiş. Ancak neredeyse tüm eserlerinde baskın olan bu çeşitliliğin aksine, tematik yani ana yönelim etrafında oluşan bir bütünlük ve süreklilik dikkati çekiyor. Bu da bize Bourgeois’nın eserlerinin otobiyografik nitelikte olduğunu söylüyor.
Fransa’da geçirdiği çocukluk yıllarında aile içi dinamiklerin sanatçı üzerinde bıraktığı derin izler eserlerine yansımış. Bourgeois’ya göre de zaten onun sanatının tükenmek bilmeyen kaynağı: Çocukluk yıllarında ortaya çıkan psikolojik çelişkiler ve hesaplaşmalar… Hatta bu söylediğine en bilinen eserlerinden olan Örümcek (Spider) ile açıklık getirmek mümkün. Şöyle ki, 1995 yılında çelikten yaptığı ve dünyanın belli başlı kentlerinde sergilenmiş eseri için; “Bu örümcek, annem. İkisi de kırılganlıklarıyla ve dantel örmeleriyle benzerlik gösteriyorlar”, diyor. Louise Bourgeois daha sonra, başka eserlerini de kastederek şunları da söylüyor; “Ben büyürken evimdeki tüm kadınlar iğne kullanıyordu. İğne ve iğnenin sihirli gücü beni her zaman büyülemiştir. İğne hasarı tamir etmek için kullanılır. Bağışlama talebidir.”
Bourgeois’nın kendi yaralarına dair anlattıklarıyla ve eserleriyle bir öykü örtüşmesi var. 1982 yılında Artforum dergisi için kendisinden istenen bir yazıda, Bourgeois çocukluğuna ait birkaç soluk fotoğraf görüntüsünü Çocuk İstismarı (Child Abuse) adlı çarpıcı, vurucu bir metin ile birleştirir. Bu metinde okuyucusunu kibarlığın aldatıcı dış görünüşünden çok daha öteye, ihanet ve ihlalin kişisel dramına götürür.
Bourgeois’nın eylemsiz durumdaki maddeyi dönüştürmesiyle izleyenine bir şeyler göstermesine, ilgimizi çekmesine izin verdiğimizde onun hayat hikayesiyle karşılaşabiliyoruz. Eserlerindeki duruluk, samimiyet ve dürüstlük oldukça etkileyici… O, duygularını katarak ölü malzemeyi sanatsal yaşama döndürüyor. Ama bu duygularının kendisinin varoluş nedenini anladığı anlamına geldiğini söylemek anlamına gelmemeli. Duyguları anlamak için önce onların üstesinden gelmiş olmak gerekir. Acılı olduğunu somutlaştırdığı eserlerinden anladığımız Bourgeois’nın bunu ifade edişiyle ilgilenmeli…
Bir kadın olma deneyimini incelemesine ve tema olarak çoğunlukla cinselliği kullanmasına rağmen feminist sanatçı etiketine uymuyor, Bourgeois. Ve kendisini asla bu şekilde tanımlamıyor. Bireysel ve acımasız bir biçimde yaratıcı oluşunu çocukluğunun doldurulamayan o boşluğunda görme imkânı sunuyor bize… Korkutucu bir dünyada korunma ihtiyacı.
Bourgeois, “Bir ders verecek olsam, bu hayatta kalma dersi olurdu”, demişti bir yerlerde…