Gönç Selen
ÖTEKİNİN ‘ÖTE’LİĞİ, BAŞKASININ ‘BAŞKA’LIĞI.
Hafta başında harika bir seminere katıldım. Tayfun Atay’ın ‘Antropolojiye Giriş’ adlı semineri. Böylesi seminerler, eğitimler bilmediklerinizi öğrenmek, eksiklerinizi tamamlamak için önemli birer fırsat. Ben de bu amaçla katıldım ve çok şey öğrendim, öğrenmeye de devam edeceğim. Sözü fazla uzatmadan konuya gireyim. Tabii her şeyden önce, Tayfun Hoca’ya teşekkür ederek başlamak isterim. Zira kendisi bu yazının musasıdır.*
ÖTEKİNİN BİLİMİ
Tayfun Hoca, seminerin başında antropolojiyi ‘ötekinin bilimi’ olarak tanımladı. Ben özellikle felsefeden bu kavrama fazlasıyla aşinayım. Felsefeciler de çok sever öteki kavramını kullanmayı. Bu kavram hem ontoloji (varlık bilim) ve ona bağlı olarak geliştirilen fenomenoloji (görüngü bilim) alanında hem de siyaset felsefesi alanında oldukça sık kullanılır. Örneğin demokrasi üzerine düşünecek ve kalem oynatacaksanız, ötekiyi temel olarak ele almalı ve fikirlerinizi bu kavram üzerine inşa etmelisiniz. Çünkü demokrasi ötekiyi tanımakla başlar. Bir anlamda antropoloji ‘ötekinin bilimi’ ise demokrasi de ‘ötekinin siyaseti’dir.
ÖTEKİ Mİ BAŞKASI MI?
Ben tamamen şahsi bir tercih olarak öteki yerine başkası kavramını kullanıyorum. Bunun sebebi de şudur:
Öteki, şeyler, varlıklar, insanlar arasındaki farkı vurgulamaktan ziyade, diğer şeyi vurguluyor. Örnek verecek olursak, önümüzde iki kalem olsun ve ikisi de birbiriyle aynı fiziksel özelliklere sahip olsun. Birini alıp yazmaya başlayabiliriz… Ya da ötekini alıp yazarız. İkisinin arasında fark olmasa da elimizdeki değil de masada duran öteki kalemdir. Konu kalem, bardak vb. maddelerden çıkıp bir canlı varlığa mesela insana geldiğinde ise işler değişir. O alanda öteki demek, diğer insanın farkını yok saymak anlamına gelir. Oysa hiçbir canlı (insan, hayvan, bitki vb.) asla birbirinin aynı olamaz. Onu diğerinden ayıran yüzlerce, binlerce özelliği vardır. Bu anlamda insan gibi canlı varlıklar söz konusu olduğunda öteki kavramını kullanmak ötelemek, itmek, uzaklaştırmak eylemini içeriyor. Bu kavramı kullanan aslında “farklı olan, ben’den uzak olsun” diyor.
Oysa başkası dediğimde karşımda bedeniyle, aklıyla, ruhuyla, inançlarıyla duran kişinin benden farkını, başkalığını görmüş, tanımış ve kabul etmiş oluyorum. Ve ancak o zaman onun, benden varoluşsal farklarını algılayabiliyor ve bu farklara rağmen benimle aynı yaşam haklarına sahip olduğunu görebiliyorum. Yani onu ötelemeden, onun başkalığını tanıdığımda yazabiliyorum birlikte yaşayabilmenin kurallarını.
BİLİM DEĞİL, BİZ ÖTEKİLEŞTİRİYORUZ.
Ben Atay’ın seminerine katılana kadar bu düşüncemin sadece felsefede değil, bilimde de geçerli olması gerektiğini, öteki yerine başkası kavramı kullanıldığında işlerin düzelme ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyordum. Ama hoca bütün nezaketiyle bana öyle bir bilimsel ayar verdi ki “bugüne kadar bunu nasıl akıl edemedim” diye düşünüyorum o günden beri. Hoca düşünce olarak çok küçük ama etki olarak devasa bir olgudan bahsetti. Antropoloji (ve tabii ki diğer bilimler de) insanı ötekileştirmiyor. Ötekileştirilmiş insanı inceliyor ve tespitlerini bunun üzerine inşa ediyor. Bu zaten bilim dediğimiz alanın temel görevi. Yani gözlem yapmak ve akılla, bilimsel yöntemle dünyayı açıklamak. Hocayı dinledikten sonra anladım ki ben “öteki yerine başkası kullanılsın” demekle bilimin dünyayı anlamlandırmasını talep ediyormuşum. Üstelik her platformda “bilim dünyayı açıklayabilir ama anlamlandıramaz, işi ve ilgilendiği alan bunu gerektirir” diyen ben yapıyormuşum bunu. Yani Atay, “antropoloji ötekinin bilimidir” diyerek benim iki fikrimin aslında çelişik olduğunu anlamamı sağladı.
Bu konu üzerine düşündükçe yine anladım ki sorun öteki kavramının bilimde kullanılması değil. Sorunu aslında biz yaratıyoruz. Çünkü bilimin objektif (nesnel) sonuçlarından sübjektif (öznel) anlamlar çıkartıyoruz. Biz bilimsel bilgiyi gündelik hayatımızda işe yarar hale getirmek isterken objektif bilgiyi sübjektif yorumlama hatasına düşüyoruz. Aslında daha doğrusu, büyük bir çoğunluğumuz bunu hata olarak değil de işine öyle geldiği için yapıyor.
ETHNOS - DEMOS AYIRIMI.
Atay’ın da belirttiği gibi antropoloji ethnos kavramının incelenmesiyle başlıyor. Ethnos, Antik Yunan’da öteki halk anlamında kullanılıyor. Yani Yunan olmayanlar, Yunanlar tarafından ötekileştirilen halkları temsil ediyor. Yunanların kullandıkları ve yine halk anlamına gelen bir de demos kavramı var. O da temelde kendilerini kastettikleri halk. Demokrasi de “biz”i temsil eden demosla iktidar, güç anlamına gelen kratos kelimelerinin birleşiminden türetilmiş bir kavram. Hepimizin bildiği gibi halkın iktidarı anlamına geliyor. Şimdi bilim burada ne yapsın? Yapacağı belli… Ethnosu, demosu, demokrasiyi tanımlamak. Sonrası bu kavramları kullanacak siyasetçiye ve halka kalıyor.
Gelelim bugünkü probleme. Bugünkü Türkiye’de demokrasiyle ilgili problemler tam da bu noktada çıkmıyor mu karşımıza? Sistemi yönetenlerin söylemlerine ve eylemlerine bakın. En yakın örneklerinden biri Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş… Yaptıklarını ve söylediklerini analiz ettiğinizde şu anlam çıkmıyor mu? “Bu ülkenin demosu Müslümanlardır. Müslüman olmayanlar ethnosur.” Hani o çok tartışılan ve genellikle laikliğe karşı bir hamle olarak yorumlanan (ki doğru bir yorum) Yargıtay binasının açılış töreninde yapılanların bahsettiğim bağlamda da bir anlamı yok mu? Adaletin dağıtılacağı tüm binaların merkezi olan Yargıtay binası Ali Erbaş’ın dualarıyla açıldı. Ali Erbaş’ı o kürsüye çıkaran ve yanında saf tutup dua eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Diyanet İşeri Başkanı’yla aynı mesajı, yani “bu ülkenin demosu Müslümanlardır, geri kalanlar ethnostur, ötekidir, ötelenmiştir, dışlanmıştır” mesajını vermemiş midir? Hele cübbesiyle aynı sahnede boy gösteren Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın durumu iyice vahim… O da ellerini açıp Müslüman duası yapmadı mı? O’nun bu duruşu şu anlama gelmez mi? “Üzerimdeki bu cübbeyle temsil ettiğim Tük adaleti demos olan Müslümanlar içindir. Ethnos olanlar başının çaresine baksın.”
Erdoğan’ın açılış konuşmasında Hz. Ömer ve Hz. Ali’yi referans göstererek “devletin dini adalettir” demesi işleri düzeltmiyor. Bu söz, kendisinin her zaman düştüğü ikilemlerden biri olmaktan öteye gitmiyor. Çünkü “Devletin dini adalettir. Eğer bir devlette adalet yoksa, onun hangi sistemle yönetildiğinin, kim tarafından idare edildiğinin, vatandaşlarının hangi inanca veya milliyete sahip olduğunun bir önemi kalmaz. Orada sadece zulüm hüküm sürer.” dedikten sadece birkaç dakika sonra herkesin, yani her etnik kökenden, her inançtan vatandaşın Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan ellerini açıp dua etmiştir. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Yargıtay binası açılışında yaptığı bu dua birkaç dakika önce söylediği “devlette adalet yoksa… vatandaşlarının hangi inançtan olduklarının bir önemi kalmaz” sözüyle çelişmiyor mu? Şimdi siz Müslüman olmayan bir vatandaşsanız; Hıristiyan, Yahudi, Şaman, Budist, deist ya da ateistseniz; önce sözleriyle size demos diyen ama birkaç dakika sonraki eylemiyle sizi ethnos sınıfına iten Cumhurbaşkanınızın söylediğine mi inanırsınız yoksa yaptığına mı? Esas düşüncesini hangisi temsil ediyor?
Recep Tayyip Erdoğan da Mehmet Akarca da birer vatandaş olarak evlerinde, camide, mescitte, yani devletin temsil edilmediği her mekânda diledikleri gibi ibadet etme hakkına sahiptir. Ancak unvanlarıyla devleti temsil ettikleri ortamlarda ibadet edemezler. Bunu yaparlarsa açıkça Müslümanlar demostur, Müslüman olmayanlar ethnostur demiş olurlar. Müslüman olmayanları başkası olarak değil öteki olarak görmüş ve ötelemiş, dışlamış olurlar.
KAVRAMLARI İŞİNE GELDİĞİ GİBİ KULLANMAK!
Yukarıdaki somut örnekte de gördüğümüz üzere, bilimi, bilimsel bilgiyi işine geldiği gibi kullanmak çok uzak olduğumuz bir davranış biçimi değil. Siyasetçiler, tüccarlar, pazarlamacılar, reklamcılar, hatta gündelik hayatta hepimiz yapıyoruz bunu. Demem o ki suç bilimde değil, onu işine geldiği gibi kullanan biz insanda. Oysa bilim ötekiyi al kullan diye vermiyor bize. “Sen zaten kullanıyorsun, kullandığında bak nelere sebep oluyorsun” diyor. Doğru bir bilim okuması yapsak, bilimde değil ama gündelik hayatta ötekinin yerine başkasını kullanmamız gerektiğini anlardık. Ama bilimin objektif bir kavram olarak kullandığı ötekiyi hiç değiştirmeden kullanmak o kadar işimize geliyor ki, konuşurken negatif anlam yüklediğimiz bu kavramı aslında eylemlerimizle olumluyoruz. Başkasının başkalığını kabul etmektense onu ötekileştirmek işimize geliyor. Zaten son yıllarda sürekli dert yandığımız kutuplaşmanın esas nedeni, ötekileştirilmiş başkası değil mi?
* musa: (gr. mousa, lat. musa, f. muse) Antik Yunan’da Zeus ve Mnemosyne’in 9 kızından biri. Musalar şairlere, yazarlara ilham veren periler olarak bilinirler.