Helalleşmek, adalet ve merhamet.

Kılıçdaroğlu’nun bu helalleşme çıkışı, kutuplaşmayı iliklerine kadar yaşayan Türkiye’yi birleştirme çabası olarak görmek gerekiyor. Ancak bunu böyle görmek yeterli değil. Bunu eylemde de görene kadar niyetinden şüphe etmek de hakkımız. Kendisi bir helalleşme listesi açıkladı. Bu listeye baktığımızda hem CHP’nin hatalarıyla yüzleşip, o hatalardan zarar gören insanlarla helalleşme var. Devlet yönetimine gelirse, AKP yönetimindeki devletin yaptığı hatalardan zarar gören insanlarla helalleşmek de istiyor.

CUMHURIYET HALK PARTISI GENEL BASKANI KEMAL KILICDAROGLU IL BASKANLARI ILE GORUSTU FOTOGRAF: ZIYA KOSEOGLU/CHP GENEL MERKEZI

Kemal Kılıçdaroğlu helalleşme yolculuğuna çıkmaya karar verdiğini söyledi. O günden beri bu çıkış, siyasi gündemi meşgul etti, etmeye de devam ediyor. Bu konu ile ilgili pek çok yorum yapıldı. Tabii bu yorumların çoğu yine gündelik siyaset ve gündelik bilgiler üzerindendi. Açıkçası ben de bu konu üzerine düşünürken “helalleşme” kavramını gündelik hayatın diliyle değerlendirme eğiliminden kaçamamıştım.

“Helalleşme iyi güzel de adalet ne olacak?” diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Yani kendi hayalleri ve kendi çıkarları uğruna, taammüden ülkeyi bataklığa sürükleyenler var. Onlardan hesap sorulmayacak mı? Adalet yerini bulmayacak mı? Bu sorular kemiriyordu kafamı. Dini inançları kendi çıkarına kullanarak kutuplaşmayı zirveye çıkaran, bu kutuplaşmadan kendisine güç devşiren bir zihniyetle nasıl helalleşilecekti? Evet, belli ki amaç kutuplaşmayı yok etmek, bunun yerine birleşmeyi getirmekti. İnsanların buna ihtiyacı olduğu çok açıktı. Ama ben mevcut iktidarın kutuplaştırma politikasını lanetleyerek eleştirirken, diğer kutbun liderinin “gelin canlar bir olalım” çağrısına neden bir türlü tam olarak onay veremiyordum? Neden o söylemden de şüphe ediyordum?

SİYASETÇİYE GÜVENİLİR Mİ?

Sanırım siyasetçiye karşı olan güvensizliğimden kaynaklanıyordu bu tutum. Belki de siyaset üstü bir söylemi bir siyasetçi dile getirdiği için inanamıyordum gerçek olacağına. Sonra kendimi sorguladım. Dedim ki sen intikam mı istiyorsun? Ülkeni bu hale getirenlerden öç alma peşinde misin? Sonra, çok yakın bir arkadaşımla 2-3 yıl önce yaptığımız bir konuşma geldi aklıma. Arkadaşım çok öfkeliydi ve son hücresine kadar kendini kutbun bir ucunda hissederek şunu söyledi: “Siyasi güç bize geçtiğinde bize yapılanların aynısını onlara yapmalıyız”. Tanıdığım en adil, en insancıl adamlardan biri neler söylüyordu öyle… Ben arkadaşıma şiddetle karşı çıkmış ve “Bir gün bunu yapmaya muktedir olursan, ilk ben dikilirim senin karşına. Çünkü senin de onlardan bir farkın yok demektir, onlara dönüşmüşsün demektir.” diye cevap vermiştim. Şimdi ne oldu peki? Ben de artık o arkadaşım gibi mi düşünmeye başlamıştım? Kendi intikam duygumu “adalet” kavramına sığınarak meşrulaştırmaya mı çalışıyordum?

Ben bu soruları kendime sorup kendi kendime kavga ederken, o nefret ettiğim kutuplaşmayı kendi içimde yaşarken, başka bir dostum bana hiç yürümeyi denemediğim bir yol gösterdi. Haftalık felsefe sohbetleri yaptığımız gruplardan birinde, adalet kavramını tartışıyorduk. Aristoteles’in adalet kavramı üzerinden konuşurken bunun bir erdem olduğundan bahsediyorduk. Bu grup sayesinde yeni tanıştığım, tanışmaktan büyük mutluluk duyduğum ve fikirlerinden çok faydalandığım sevgili Fazıl Oral “en yüce erdem adalet midir?” diye sorarak müthiş bir yol açtı hepimize. Sonrasında da kendi sorusuna verdiği cevapla o yolu iyice aydınlattı. Dedi ki “adaletin üzerinde merhamet vardır.”

Fazıl’ın bu çıkışı, bende hemen Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” diye ortaya attığı kavrama denk geldi ve o dakikadan itibaren bunu konuşmaya başladık. Ben o “helalleşme”yi “adalet” üzerinden değerlendirirken birden yönüm değişti ve önümde açılan bu yeni yolda buldum kendimi. İntikam duygumu “adalet” kavramına sığınarak meşrulaştırmaya mı çalışıyordum? diye sorduğum soruya cevap veriyordu adeta. Dedi ki “adalet intikamdır zaten.” Yani benim adalet peşinde olmamın zaten bir çeşit “intikam” duygusu olduğunu söyledi. Fazıl şöyle devam etti: “Kullandığımız bir cümle vardır. Peygamberin adaletiyle, Allah’ın merhametiyle…” yani merhametin tanrısal bir erdem olduğundan bahsediyordu. Adaleti sağlamak için güç lazım. Bir otorite olacak ve adaleti sağlayacak. Evet, bu anlamda adalet bir güçtür. Ama Fazıl diyordu ki ondan daha büyük bir güç var, o da merhamet. Schopenhauer gibi “merhamet”i en üste koyuyordu. Aslında bir anlamda Jean Jacques Rousseau’nun ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’ adlı eserinde bahsettiği gibi… Rousseau da merhamet duygusunun insan için çok önemli olduğunu söyler ve “sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de öyle davran” sözünün merhamet kavramı sayesinde dile getirilebildiğini vurgular.

A2FP81 Rare studio photograph of Mahatma Gandhi taken in London England UK at the request of Lord Irwin 1931

Fazıl merhameti en üste koyduğunda aklıma hemen iki film geldi. Bunlardan birisi tabii ki sizin de tahmin edebileceğiniz gibi “Gandhi”, diğeri de önce kitabını okuyup sonra da filmini izlediğim “Baraka”.

Baraka, hikâyenin kahramanı Mack’in küçük kızının öldürülmesiyle başlar. Bütün dünyası başına yıkılan Mack, dindar biri olmasına rağmen Tanrı’ya isyan eder. Çünkü onun adil olmadığını düşünüyordur. Sonra posta kutusunda esrarengiz bir mektup bulur. Bu mektupta, kızının öldüğü barakaya davet edilmiştir. Mack o barakaya gider; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’la bir hafta sonu geçirir. Sonunda da bir insan için yapılması en zor şeyi başarır. Adaleti değil merhameti seçer ve kızının katilini affeder.

Benim aklıma Gandhi filmi geldi dedim ya… O konuşmada ben daha bunu söyleyemeden Fazıl da bu filmden örneklerle açıkladı ne demek istediğini. “Gandi’yi düşün” dedi ve onun hayatından kesitleri anlattı. Gerçekten Gandhi’nin bütün hayatı “merhamet” kavramıyla özetlenebilir. Gandhi’nin birleştirici gücü, yapıcı gücü o tanrısal erdemden, “merhamet”ten gelmiyor mu?

MERHAMET KAVRAMINDAN NE ANLIYORUZ?

Merhamet, gündelik dilde karşımızdakine acıma duygusu olarak karşılık buluyor olabilir. Ama çok açıktır ki bu kavramın kökeninde “affetmek” vardır. Tanrısal anlamı da buradan gelir. İnsanın merhametini bir acıma duygunun ötesinde bir güce dönüştüren şey işte bu “affetmek”tir. Mack, “düşmanını affederek” hem kendi kurtuluşunu sağlamış hem de yeni kişiliğini kurmuştur. Gandhi de öyle… Merhametiyle hem halkını bağımsızlığına kavuşturmuş hem de uç kutupları bir araya getirerek Hindistan’ı kurmuştur.

Fazıl, Gandhi filminden anlattığı bir sahneyle adalet ve merhamet arasındaki farklı da çok güzel ortaya koydu o konuşmamızda: Gandhi yargılanmak üzere mahkeme salonuna girdiğinde teamülün aksine İngiliz yargıç ayağa kalkar. Çünkü bağımsızlık mücadelesi veren bu küçük dev adama sonsuz saygı duymaktadır. Sonrasında Gandhi kendi savunmasını yaparken “Kanunlarınıza göre ben suçluyum. Savunma yapmayacağım. Bana en ağır cezayı vermenizi talep ediyorum” der. Yargıç ise bu savunmama sonrası yaptığı konuşmada şöyle der: “Sizi 6 yıl hapisle cezalandırmak zorundayım. Ama majestelerinin hükümeti bu cezayı kısaltmak üzere bir irade kullanırsa, buna benden daha çok kimse sevinemez.” Tam bir adalet-merhamet ikilemi. Yargıç aslında Gandhi’ye merhamet göstermek ister ama onun görevi adalet dağıtmaktır. Kanunlar gereği bu cezayı verir ama topu da krala, yani Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisine atar. Çünkü merhameti o gösterebilir.

DEMOKRASİDE HELALLEŞME OLUR MU?

Sevgili Fazıl’ın bana açtığı bu yoldan ilerleyince, adaletin de üstünde yer alan “merhamet”i gördüm. Schopenhauer’ın insanı gerçek ahlaka, insan sevgisine ve adalete ulaştıran erdem olarak tanımladığı “merhamet”i… Tabii bütün dileğim, Kılıçdaroğlu’nun helalleşmek dediği noktada da aynı şeyi görebilmek. Ama bu mümkün mü? Gelin bir de buna bakalım.

Kılıçdaroğlu’nun bu helalleşme çıkışı, kutuplaşmayı iliklerine kadar yaşayan Türkiye’yi birleştirme çabası olarak görmek gerekiyor. Ancak bunu böyle görmek yeterli değil. Bunu eylemde de görene kadar niyetinden şüphe etmek de hakkımız. Kendisi bir helalleşme listesi açıkladı. Bu listeye baktığımızda CHP’nin hatalarıyla yüzleşip, o hatalardan zarar gören insanlarla helalleşme var. Ayrıca devlet yönetimine gelirse, AKP yönetimindeki devletin yaptığı hatalardan zarar gören insanlarla helalleşmek de istiyor. Ama bunların hiçbiri merhamet göstermek üzere değil, hepsi de mağdur olmuş insanların merhametine sığınmak üzerine.

Peki Kılıçdaroğlu devleti yöneten kişi olursa, o devlet kendi çıkarları uğruna ülkeye zarar verenlerle de helalleşecek mi? bir başka değişle onlara merhamet gösterecek mi? Diyor ki, hukukla helalleşmeyi karıştırmayın. Yani ortada bir suç varsa, onun cezası verilir. Gandhi’ye ceza veren yargıcın bahsettiği sürecin tam tersi. Biz merhamet gösterip affedelim ama bırakalım da hukuk da gereğini yapsın ve adaleti sağlasın.

Gandhi’yi monarşinin mahkemesi yargıladı. O mahkeme gücünü Tanrı’dan alan krala bağlıydı ve ancak kralın hükümeti merhamet gösterebilirdi. Demokrasilerde ise işler öyle yürümüyor. Öncelikle mahkemeler monarşinin aksine bağımsız. Üstelik iktidar da gücünü Tanrı’dan değil halktan alıyor. Yani demokrasi Schopenhauer, Rousseau ve Fazıl gibi davranılabilir mi, “merhamet”i “adalet”in üstüne koyabilir mi? Demokraside bu ahlaki seviyeye ulaşılabilir mi?

Sözün kısası, Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı olarak yapacağı helalleşme ve devlet yönetimine gelirse yapacağı helalleşme nasıl olacak? Bu iki süreç arasında bir fark olacak mı ya da olmalı mı? Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yöneticisi olursa Kılıçdaroğlu’nun helalleşme, yani merhamet isteme ya da gösterme hakkı olacak mı?

Gördüğünüz gibi sevgili Fazıl Oral’ın açtığı bu yeni yol bizi cevaplara değil, yeni sorulara ulaştırdı. Ama bir felsefe toplantısında açılan yolun hakkı da budur zaten. Cevaplara değil, yeni yeni sorulara ulaşmak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi