Esin Sungur
Şimdi Nar Zamanı!
Nar, pazarlarda kendini göstermeye başladı… Bazı meyveler, sebzeler vardır; asildirler. Gerek görünüşleri gerek nadir bulunuşları gerekse sağlığa yararları ve lezzetleriyle. Enginar, kuşkonmaz, incir, nar bunlar arasındadır. En basit bir salatanın üzerine bir narı kırıp döktüğünüzde, göz alıcı alev kırmızı renginin yeşille oluşturduğu kontrast, ağzınıza attığınızda damağınızda patlayan o doyumsuz lezzeti, sofrada hemen bir memnuniyet dalgası yaratır, yemeğe adeta sınıf atlatır.
Nar hem tüm bu özellikleriyle hem de tam da bizim coğrafyamızın bir meyvesi olmasıyla kış meyveleri arasında özel bir yerde. Nar, Orta Doğuludur. Kurakta yaşar, serpilir büyür. Mütevazıdır da; sokak aralarında, eski evlerin bahçelerinde, balkonlardaki cılız bir dalın ucunda bir bakarsınız ki kıpkırmızı bir meyve verivermiş… Orta Asya’da ölümsüzlük simgesi olan nara, öteden beri bolluk ve bereket anlamı da yüklenmiştir bu coğrafyada. Bulmacalarımızın, deyişlerimizin, mitolojimizin, geleneklerimizin, kısacası; kültürümüzün ve tabii mutfağımızın parçasıdır.
Sonbahar gelip tezgahlarda narla karşılaşınca aslında aklıma bunlar gelirdi. Aşurenin, zerdenin süsü, kimi eski tariflerde suyuna pilav yapılan nar… Ama bu yıl, narın yetiştiği topraklardan, Orta Doğu’nun en sevdiğim mutfağına sahip Lübnan’ı da düşünmeden edemedim ilk narı alıp da eve gelince; humusuyla, fattuş salatasıyla, falafeliyle paylaşmalı tabaklardan oluşan sofralar kuran ve bu yönüyle bizim meze sofralarımıza benzeyen güzelim Lübnan mutfağının da önemli bir ürünü nar. Babaganuşun üzerine bir avuç nar atarlar, fattuş salatasına da öyle… Şimdi ise, savaşın ortasında kalmış Lübnan’da, Beyrut’ta kim evinin mutfağında sonbaharın gelişinin, narın çıkmasının keyfiyle yemek yapabilir ki?.. Oysa nar hepimizin, toprak hepimizin, farklı olan değil, ortak olan değerleri kucaklamaya, bir nar kırıp birlikte yemeye o kadar ihtiyacımız var ki. Yine Gazete Pencere’nin bu sayfalarında, 2020 yılındaki humusla ilgili bir yazımdan alıntı yapacağım; yıllar geçtikçe bir arpa yolunu gidememiş olmanın da üzüntüsüyle:
“Geçenlerde New Yok Times’ın T Dergisi’ni karıştırırken, Amerika’da giderek sayıları artan Filistin restoranları ve yemek kitaplarıyla ilgili bir yazı karşıma çıktı. Ligaya Mishan’ın yazısı, ‘Palastine on a Plate’ ve ‘Baladin’ adlı iki yemek kitabı da olan Suriye doğumlu, şu anda Londra’da yaşayan Filistinli şef Joudie Kalla’nın Baladin’i yazarken anneannesinin reçetelerini yapmak için peşine düşüp bir türlü bulamadığı büyük kırmızı havuçlardan yola çıkıp, bir türlü huzur bulamayan bölgede, humusun bir barış çağrısı olup olamayacağına kadar uzanıyordu. Politikacılar kendi planlarını mucizevi çareler diye sorgusuz sualsiz diğerine dayatmaya çalışırken, olaylara bu sığ politikaların çok dışında, bambaşka yerlerden; mesela kültürden, mesela mutfaktan, ortak geçmişten bakanlar da var...
2013’te çevrilen ve o çok sevilen çiçek çocuk sloganını Make Humus Not War (Savaşma Humus Yap) şeklinde değiştirerek kullanan 2012 yapımı Trevor Graham belgeseli, uluslararası festivallerden onca ödülü boşuna kazanmadı şüphesiz. Ortadoğu’dan çıkmış lezzetlerden belki de dünya çapında en çok sevileni olan humus; Filistin’in mi, Lübnan’ın mı yoksa İsrail mi sahiplenmek istiyor; hiç de önemli değil... Nohut, tahin, sarımsak ve limon suyu kadar basit dört unsurla, aslında bir sofranın etrafında oturup, aynı şeyleri yemeği sevdiğini, aynı toprakların insanları olduğunu, çocukluğunun mutfağında aynı yemeklerin yapıldığını ve komşu olduğunu anımsamak gerekiyor. Ligaya Mishan’ın da yazısında belirttiği gibi; “Yemek, en etkili propaganda aracı olabilir. Bizleri insanlaştırır; tanımadığımız insanlarla sofraya oturduğumuzda, onlara dair bir şeyler öğreniriz.”
Gıdada dolandırıcılık
Geçtiğimiz günlerde Tarım ve Orman Bakanlığı, 'taklit ve tağşiş listesi' adı altında, gıdada dolandırıcılık yapan markaların isimlerini bir bir yayınlamaya başladı. Elbette bunlar denetlenenler arasında ortaya çıkanlar, bu denetlemeler devam etmeli ve halk sağlığı ile oynayan, en azından yanlış bilgilerle halkı yanıltan bu markalar ifşa edilmeli ve bedelini ödemeli. Bu zaten olması gereken şey.
Ancak yayınlanan listelere bakınca dikkat çeken bir başka konu var. Yanıltıcı bilgilerle mal satanlar arasında prestijli bir bölgenin adını kullananlar çoğunlukta. Örneğin sucuk dolandırıcılarında Afyonkarahisar, zeytinyağı dolandırıcılarında ise Ayvalık isminin marka adlarında kullanımı oldukça yaygın. Bu ürünü rafta veya bir dükkanda gören tüketici, tüketici okur yazarlığı da pek yoksa, doğrudan bu yerlerin ününe güvenerek ürünü tercih ediyor. “Afyon sucuğu ise iyidir”, “Ayvalık zeytinyağı en güzeli” diye düşünüyor. Sonra da işin içinden böyle dolandırıcılık hikayeleri çıkınca, olan o markalar kadar, kentlerin itibarına da oluyor.
İşte bu nedenle, coğrafi işaret konusunda her zaman üretici birliklerinin ilk denetim mekanizması olması gerektiğini gerek bağımsız denetim gerekse devlet denetiminden önce, o bölgenin üretici birliklerinin, meslek kuruluşlarının kendi iç denetimlerini yaparak bu gibi işlere yol vermemesi ve kentlerinin, bölgelerinin repütasyonunu koruması gerektiğini söylüyoruz. Yoksa haksız yere aynı bölgelerin namuslu, işini iyi yapan üreticileri hakkında da bir şüphe doğacak ister istemez.
Bunun için de elbette örgütlenme kültürünün oturması, birbirimizi yemeden ortak çıkarlara odaklı kolektif ve paylaşımcı bir yapının, meslek birliklerinin, kooperatiflerin tesis edilebilmesi lazım. Toplum olarak sadece kendimizi kurtarmaya o kadar alıştık ve “benden sonrası tufan” anlayışı gerek ekonomik gerek toplumsal yozlaşmayla beraber öyle bir kök saldı ki, bunu değiştirmek de kolay değil. Yine de vatandaş olarak sadece gıdada değil, her alanda motivasyonunu işini iyi ve doğru yapmaktan alan, ahlaklı, namuslu ve bu yolda yılmaz bir gayretle uğraşan kişi ve kurumları iyi ayırt etmeli, takip etmeli ve desteklemeliyiz. En azından bunu yapmak vatandaşlık görevimiz olmalı.