
Esin Sungur
“Kendiliğinden bir iyilik doğardı”
Doğanın kış uykusundan uyandığı günlerdeyiz… Karanlık kış ayları boyunca uyuyan ama uyurken de güç toplayan, varlığının o çelik çekirdeğini büyüten tohumların yemyeşil, taptaze yaprakları, tomurcukları pıtrak pıtrak patlamaya başlıyor. Doğa uyanıyor, ağır ağır, sakin bir devinimle gerinip esniyor, sonra çiçeklerini açmaya başlıyor, bir günden bir diğerine bakıyoruz ki minicik yeşil tomurcuklardan kocaman, rengarenk çiçekler açmış.
Doğanın bu uyanışı dünyanın varoluşundan bu yana hep aynı döngüde devam ediyor. Bundan dolayıdır ki, birçok kültürde, birçok inanışta bayramların, kutlamaların, ziyafetlerin, kocaman sofraların da olduğu bir ay.
Hıristiyanların önemli bayramı Paskalya, Yahudilerin Hamursuzu, Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların bayramları hep Nisan’da...
Ne mutlu ki bu sene, Ramazan da Mart sonu bitti ve Nisan’ı bayramla karşılıyoruz. Sofraların, buluşmaların, dost sohbetlerinin, bayram ziyaretlerinin, sarılma ve kucaklaşmanın zamanı, umalım ki ülkemizin kardeşliğine vesile olsun…
Biz bayramları her zaman birbirinden güzel geleneklerle kutlayan bir milletiz; hele de tatlı ve şekerlerin ön plana çıktığı bu bayramda ağız tatlılığı elzemdir. Akide şekeri, badem şekeri, lokum ikramı her ne kadar yerini çikolataya bırakmaya başladıysa da ben her zaman kendi tatlı ve şekerlemelerimizin ikramından yanayım ve en azından bayramlarda bu gelenekleri yaşatmamız gerektiği kanısındayım. Ekonomik koşullara bakılırsa, bu bayramda diğerleri arasında akide şekeri ön planda olacak gibi.
Çeşit çeşit şekerler
Her zaman başucu kitabım ve tatlı dendi mi referans noktam olan Gülbeşeker’de akide şekeri şöyle anlatılıyor;
“Bilinen en eski akide çeşitleri 1539 tarihli kayıtlara göre elmasi ve elma akideleridir. Elmasi akidenin renksiz ve şeffaf olduğunu tahmin edebiliriz. İkincisi ise belki elma şurubuyla yapılıyordu. Aynı ziyafette yer alan ‘kurs-ı limon’ da belki bir tür yuvarlak akide şekeriydi (…) Miskli akidenin 19. yüzyıl sonlarında da Şeker Bayramı’nda ikram edilen şekerlemeler arasında yer aldığını Abdülaziz Bey’den öğreniyoruz. Abdülaziz Bey yüksek tabaka bir Osmanlı ailesinin bayram merasimini ve o günün geleneklerini detaylarıyla anlatıyor: ‘O gün evin hanımı, ebe hanımın, nedime hanımların ve çocuklarının mektep hoca ve halifelerinin, çırak olup evlendirilerek konaktan çıkmış olan eski kalfaların evlerine süslü sepetler içinde elvan renk şekerler gönderir, bu suretle hatırlarını sormuş olurdu. Bütün bunlardan sonra hane sahibinin bayramını tebrik için misafirler gelmeye başlardı (…) Bu misafirlere kilercibaşı ağa ve maiyeti tarafından son derecede süslü gümüş tepsilerle tabaklara konmuş yalnız sakızlı ufak rahat-ı hulkum denen şeker, badem ezmesi ve miskli akide şekeri ikram edilir, misafir hangisinden isterse bir tane alır, bir tabak içinde duran ıslak dülbend ile ağzını siler, yerine koyardı.’”
Unutulan şekerler
Kitapta ayrıca bugün artık unuttuğumuz birbirinden farklı çeşitler de var; anason, amber, kişniş şekerleri, limonlu, portakallı, turunçlu akideler, hatta kahveli, çaylı, çikolatalı, kaymaklı akide şekeri türleri. (Bir parantez açalım: Sadece ağız tatlandırmak için de değil; akidenin kullanımında öyle yaratıcılıklar var ki; mesela balık dolmasını bile akide şekeriyle süslüyorlar! Dövülüp balığın üzerine serpilen şekerler balığın ışıl ışıl görünmesini sağlıyormuş!)
İmkanlar dahilinde lokumumuzla, badem şekerimizle, akide şekerimizle ve elbette hepsinden önemlisi de sevdiklerimizle beraber, güzel duygular barındıran bir bayram kutlamayı diliyorum.
Selim İleri’nin Oburcuk Mutfakta kitabında dediği gibi, “Şeker ve Kurban bayramlarını birer barışma, kucaklaşma vesilesi sayarım; iyilik günleridir. Büyüklerimiz, akrabalarımız, ahbaplarımız arasında dargın olanlar, bayram günlerinde ille barıştırılırdı. Galiba kendiliğinden bir iyilik doğardı”.
Umudumuz, bu olsun.
Taşı delen damlanın sürekliliğidir
Son günlerin güncel bir konusu nereden, hangi markadan, nasıl alışveriş yapalım… Aslında bizler günlük, pragmatik işlere o kadar batmış durumdayız ki, büyük resme bakmayı unutup o büyük resimden doğan konular birikip birikip kapımıza gelince şaşırıyoruz. Aslında temel doğru tek; her ne kadar düşünceler farklı, perspektifler değişik olsa da… Bu sayfanın konuları kapsamında gelin çok basitçe sıralayalım:
- Dünya şu anda tek evimiz.
- Dünyanın kaynakları kısıtlı, sonsuz değil.
- İnsanlar doğanın bir parçası, sahibi değil.
- İnsanlar ve toplumlar da birbirinin parçası, sahibi değil.
- Tüm canlılar bu dünyada birlikte yaşamak zorundayız.
Bunlarda hemfikir miyiz? O halde sorunları karmaşıklaştırmadan bir yol haritası, bir kişisel pusula edinmek zor değil.
Daha az tüketmek zorundayız.
Gerektiği kadar üretirken dünyanın kaynaklarını daha dikkatli harcamak zorundayız. Üretimin temiz olmasına dikkat etmek zorundayız. Ürettiklerimizi adil paylaşmak zorundayız. Tabii tüm bunlar, bu gezegende sen ben kavgası yapmadan olabildiğince müreffeh ve mutlu yaşamak isteyenleri ilgilendiriyor.
Günümüzde artık “türetim ekonomisi” kavramı konuşuluyor.
Tüketirken üreten, üretilenin olumlu ekolojik ve sosyal etkileri olmasına hassasiyet gösterilen dairesel bir ekosistem diye özetleyelim.
Örneğin çatısına güneş enerjisi paneli koyup enerjisini üretebilen.
Örneğin turşusunu evinde kuran.
Örneğin kıyafetlerini kendi diken. Ve bunu da yer yer ekonomik değere çeviren.
Bahsettiğimiz bu insanların da ürünlerini birbirine sattığını düşünün. Ürettiği ekonomik varlığı da kendi içinde kalan bir sistem.
UZUN ÖMÜRLÜ ÜRÜNLERİ TERCİH
Kafa yormamız gerekenler gerçekten de bunlar. Şüphesiz ki bu dönüşümler bir gecede olmayacak. Ama 10 yıl önce kimsenin bez çantasının içinde bez çanta taşıdığını hatırlamıyorum. Fermantasyon, ekmek yapımı, her türlü el işine yönelik kurslar aldı başını gitti, ilgi giderek artıyor. Bugünün aydın genç insanları marka diye bir şey almayı tuhaf buluyor, kaliteli ve uzun süre kullanabilecekleri az sayıda malı satın almaya özen gösteriyor. Bunu kimse bu çocukların aklına zorla sokmadı.
Çağın ruhu böyle; sahip olmanın değil şahit olmanın çağı belki de. Onlar iklim krizinin içine doğan nesil. İhtiyaç olmayan bir eşya satın almaya gerek görmüyor.
Peki her genç bu noktada mı?
Tabii ki değil; bu da bir eğitim, bilinç ve farkındalık meselesi. Nasıl ki dünyada her ülke Finlandiya değilse ama dünyanın en mutlu insanlarının orada yaşadığı da verilerle sabitse... Ama gitmemiz gereken yer, hedeflememiz gereken yer bu.
Sadece bugün değil, her gün yaşam ve tüketim biçimimizi sorgulamamız, her gün dünyaya ve geleceğine dair bir şey öğrenmeye çalışmamız, her gün bir önceki günden daha bilinçli, daha dirençli olmamız gerekiyor.
İçinde yaşadığımız tüketim ekonomisinde tükettiğimiz her bir liranın hangi sistemi çalıştırmaya devam ettiğini, hangi üretimi desteklediğini her an düşünerek yaşamak zorundayız.
Dünyamız ve içindeki tüm varlıklar için adil bir sistemi talep etmek ve bu talebimiz esnasında kendimiz de o sistemi yaratacak küçük büyük adımları atıyor olmak zorundayız. Unutmayalım ki taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir.