Gönç Selen
Olan ve olması gereken…
Geçen hafta, postmodern düşüncenin siyasete yaptığı etki ve bu etkinin bize pratikte yaşattıklarını eleştiren bir yazı kaleme almıştım. Bu yazının çıkış noktası da daha önceki bir yazıya sevgili dostum Mehmet Özbay’ın getirdiği eleştiriydi. Mehmet, bu eleştirisinde “siyasetçiler yalan söylemeye bugün başlamadılar, onlar tarih boyunca hep yalan söylediler” diyordu ve son derece haklıydı, çünkü bu sözler yaptığı doğru bir gözlemin ifadesiydi. Benim cevap olarak yazdığım postmodernizm eleştirisi de bazı gözlemlerin yorumundan ibaretti. Peki daha iyi bir yaşamı hedefleyen insanlık için gözlem ve yorum yeterli mi?
Doğa bilimlerinde gözlem
Doğa bilimleri ya da temel bilimler olarak adlandırabileceğimiz fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, astronomi gibi çalışma alanları evrensel gerçekleri keşfetmek için icat edildi. Biliyoruz ki bu alanlarda çalışan bilim insanlarının amacı, Evren’in işleyişini anlamak ve açıklamak. Onlar ortaya attıkları hipotezleri deneyler (gözlemler) yoluyla test ederler ve bazı tespitlerde bulunurlar. Bu tespitlerini matematik ve geometrinin sarsılmaz doğrularıyla ifade edebildiklerinde ise hipotezlerinin doğruluğunu kanıtlamış olurlar. Bu da onları daha evrensel bir bilgiye, yani ilkeye götürür.
İlke kavramı, anlam olarak içinde ilk, temel ve değişmez olanı barındırır. Ancak bahsettiğimiz ve değişmez dediğimiz bilimsel ilkeler bile aslında değişebilir. O güne kadar gözlemlenmemiş bir şeyin ortaya çıkması, değişmez bir ilke olarak tanımlanmış fizik yasasını yerle bir edebilir. Bu yüzdendir ki gündelik dilde kullandığımız “istisnalar kaideyi bozmaz” sözü bilimde geçerli değildir. Tek bir istisna bile kuralı bozar, ilkeyi geçersiz kılar. Aslında Evren’in işleyiş ilkesi değişmemiştir. Problem, sınırlı imkânlar nedeniyle o güne kadar eksik kalmış bir veri nedeniyle bizim yanlış bilgi üretmiş olmamızdır. Böyle bir durumda bilim eskiden gelen yanlış bilgiyi hemen çöpe atar ve yeni bilgiyi ilke olarak kabul eder. Ta ki o da yeni bir gözlemle yanlışlanıncaya kadar.
Beşerî bilimlerde ve felsefede gözlem
Ampirik (gözleme dayalı) bir alan olan doğa bilimlerinde bile, gözlem eksiklikleri nedeniyle tam anlamıyla ilkesel kesinliklere ulaşılamazken, işin içerisine insan girdiğinde daha da karmaşık bir dünyaya gireriz. Sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi gibi beşerî (insanla ilgili) bilimler de bilim olmayan felsefe de tıpkı doğa bilimleri gibi evrensel ilkelere ulaşma niyetindedir. Ancak insanların ve toplumların hem düşüncelerindeki hem eylemlerindeki hem de kültürlerindeki farklar, bu disiplinlerin gözlem sayesinde ilkelere ulaşmasını zorlaştırır. Bu alanlarda yapılan gözlemler değişken ve matematik kesinliklerle ifade edilemez olduğundan, ortaya konulan ilkeler de kurgusal, yani spekülatiftir. İşte tam da bu nedenledir ki doğa bilimlerinin aksine, “istisnalar kaideyi bozmaz” sözü bu alanlarda geçerli olabilir.
Bunun en belirgin örneğini etik alanından verebiliriz. Etik bir ilke olarak “öldürmek kötüdür”. Ancak öyle bir durumda olabilirsiniz ki öldürmek ahlaki sorumluluğunuz, hatta ödeviniz olabilir. Toplumun güvenliğinden sorumlu bir görevli (asker ya da polis) olduğunuzu düşünün… Bir canlı bombayla karşı karşıyasınız ve siz onu öldürmezseniz, o üzerine giydiği bombayla yüzlerce masumu öldürecek. Bu durumda, canlı bombayı öldürmeniz ahlaki bir sorun mudur? Hayır. Tam tersine öldürmemeniz ahlaken problemli bir seçim olur. Peki bu istisnai durum, siz o eylemi gerçekleştirdiğiniz anda etik alandaki “öldürmek kötüdür” ilkesini değiştirir mi? Cevap yine hayır. Ne oldu? İstisna kaideyi bozmadı. Çünkü bu etik ilke, doğa bilimlerindeki gibi gözlemle değil, insan aklıyla spekülatif olarak ortaya kondu.
Öyleyse diyebiliriz ki insana dair ilkeler belirleyeceksek, bunları doğa bilimlerindeki gibi sadece gözleme dayanarak yapamayız. Çünkü doğa ve eserleri üzerine çalışmak, olanları gözlemleyerek olacakların ilkesini keşfetmeyi amaçlar. Oysa insan ve eserleri üzerine çalışmak, olanları gözlemleyerek olacakların ilkesini keşfetmek değil, olması gerekenlerin ilkesini belirlemektir.
Siyasetin ilkeleri
Şimdiye kadar okuduklarınız aslında sevgili dostumun bir başka eleştirisine cevap vermek için yaptığım uzun bir girizgâhtı. Ben siyasetin etikle olması gereken sıkı ilişkisinden dem vurarak, etiğin temel ilkelerinden biri olan adaletin siyaset için de temel ilke olması gerektiğini söylemiştim. Ancak aldığım eleştiri “siyaset adalet için değil kudret için yapılır” oldu. Siyasetin yapılış biçimine dair yine çok doğru bir gözlem. Ancak bu gözlemden ve uygulanan pratikten yola çıkarak ‘kudret sahibi olmayı’ siyasetin ilkesi olarak kabul edebilir miyiz? Tabii ki hayır! Olan, siyasetin kudret sahibi olmak için yapılması olsa da olması gereken siyasetin ‘adalet’ için yapılması değil mi?
Siyasetin ilk teorisyenlerinden biri olarak kabul edebileceğimiz Aristoteles, bu işin toplumun mutluluğu için yapılması gerektiğini söylüyor. Ona göre ahlak insanın bireysel mutluluğu, siyaset ise toplumların mutluluğu için yapılmalı. İnsanı ‘zoon politikon’ (politik canlı) olarak tanımlarken, aslında esas vurgulamak istediği şey, insanın doğal güdüleri gereği topluluk hâlinde yaşama isteğidir. Bu istek de yine doğal olarak yönetilmeyi gerektirir. Siyasetçinin temel ödevi, toplumun mutluluğunu sağlayacak eylemlerde bulunmaktır. Bunun için de adalet ve ortak çıkar gibi ilkelere sıkı sıkıya bağlı olması gerekir.
Aristoteles pratikte bu ilkelerin uygulanmadığını, siyasetçinin toplumun değil de kendi mutluluğu için çalıştığını gözlemlemiyor muydu? Gözlemliyordu elbette. Zaten bu yüzden kendi felsefi bakışından olması gerekenleri, yani ilkeleri sıraladı. Mealen “bu ilkelere uyun ki insanları hak ettikleri şekilde yönetin” dedi.
Platon, sadece siyasetçiler için değil, onları göreve getirecek seçmenler için bile ‘liyakat’i bir siyasi ilke olarak ortaya koyarken görmüyor muydu bunun eksikliğini? Gördüğü için olması gereken olarak belirledi liyakati. Doğru ve ahlaklı siyasetçiyi seçebilmek için de bilgi ve feraset sahibi olmak gerektiğini söyledi.
Platon ‘Devlet’te, Aristoteles ‘Atinalıların Devleti’nde, Montesquieu ‘Kanunların Ruhu Üzerine’de, Thomas Hobbes ‘Leviathan’da gözlemlerinden yola çıkarak olanı betimlemenin ötesinde, kendi temel düşüncelerinden hareketle siyasetin olması gereken ideal hâlini, yani ilkelerini yazdılar.
İlkelerin işlevi
İlkeler, doğa bilimlerinde Evren’i daha iyi tanımlamayı ve anlamayı, beşerî bilimler ve felsefede ise insanın daha iyi ve anlamlı bir hayat yaşamasını sağlıyor. Bu yüzden ilkelerin peşinde koşmak, onları her fırsatta dile getirmek, ideal olanı tanımlamaktan vazgeçmemek gerekiyor. Siyasete dair yaptığımız tespitler sadece gözlemlerden ibaret olduğunda, çözümler hakkında hiç konuşmamış, soruna işaret etmekten öteye gitmemiş oluyoruz. Toplumların daha iyi yaşaması, daha mutlu olması için siyasetin ilkelerini ortaya koyan felsefe ve beşerî bilimleri es geçmiş oluyoruz.
İlke kavramı ‘ilk’ kökünden geliyor. Bir şeyin ilk hâlidir ilke. Bu anlamda bir kavramın yapı taşlarıdır. Atomlarıdır, genleridir, onu ‘o’ yapan en temel özellikleridir. Sokrates öncesi doğa filozofları maddenin ‘arkhe’sini bulma peşindeydi. Maddeyi madde yapan en temel ögeyi arıyorlardı. Bizim cevher ya da töz dediğimiz bu öge maddenin orijininde (başlangıcında) olan şeydi, yani maddenin ilkesiydi. Sokrates’le birlikte felsefenin yönü insana döndüğünde filozoflar buna ek olarak insanın ortaya koyduğu kavramların da arkhe’sinin, bir başka deyişle ilkesinin peşine düştüler. Anlayacağınız ilke yoksa madde de yoktur kavram da. Bu yüzdendir ki bir maddenin ya da kavramın gerçekten ne olduğunu anlamak istiyorsak onun orijinine, arkhe’sine, ilkesine bakmamız gerekir.
Politika mı siyaset mi?
Yine saçma bir soru sordum değil mi? Bunlar zaten eş anlamlı kelimeler değil mi? Ya da politika batı dillerinde, siyaset de aynı şeyin doğu dillerinde söylenişi değil mi? Evet öyle. Ama bu kelimeleri etimolojik olarak incelediğimizde, yani ilkelerine, nereden türediklerine baktığımızda şaşırtıcı bir fark görüyoruz.
Politika en orijinal hâliyle Eski Yunancadan gelen bir kelime. Πολιτεία (politeia), πόλις (polis) ve τέχνη (technē) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Polis şehir, kent-devlet demek. Technē ise sanat, beceri, ustalık demek. Yani politika kelimesi etimolojik olarak, genleri itibariyle devleti yönetme sanatı anlamına geliyor. Bir temel anlamı da vatandaşlık hakkı.
Peki, siyaset kelimesinin en orijinal hâlinde hangi anlam var? Siyaset Arapça kökenli bir kelime. Nişanyan Sözlüğü bu kelimenin etimolojisini açıklamaya şöyle başlıyor. Arapça sws kökünden gelen siyāsa(t) سياسة. İlk anlamı ne biliyor musunuz? At bakım ve eğitimi, seyislik. Siyāsa(t) kelimesinin Arapça sāˀis سائس “at bakıcısı, seyis” sözcüğünün mastar hali olduğunu söylüyor. Devlet yönetimi anlamını ise 11. yy’dan önce almış. Anlayacağınız doğu toplumlarında politika anlamında kullanılan siyaset kavramının genlerinde at bakıcılığı anlamı yatıyor.
Kelimeler kavramlaştıkça, yani düşünürler ve halk tarafından içleri dolduruldukça anlamları genleşir ve kullanıldığı bağlama göre yeniden anlamlandırılır. Ancak her ne kadar böyle olsa da o kavramın dilimizden ya da kalemimizden çıktığı hâli (kelime) genlerinde bulunan o ilk anlamı fark ettirmeden de olsa kulağımıza fısıldar.
Öyleyse bu iki kavramı duyduğumuzda ya da okuduğumuzda kelimelerin genleri bize ne söylüyor? Politika ve politikacı kelimeleri kulağımıza ne fısıldıyor, siyaset ve siyasetçi kelimeleri ne fısıldıyor? Politikacının ilk anlamı şehri, kent-devleti yöneten, vatandaşa hakkını veren olduğuna göre, onun karşısında biz vatandaş oluyoruz da ilk anlamı seyis, at bakıcısı olan siyasetçi karşısında ne oluyoruz? Bunu iyice bir düşünmek lazım.