Gönç Selen
Bana niyetini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim
Günümüzde meslekî ahlakla eşanlamlı kullanılan deontoloji hakkında araştırma yaparsanız, bu kavramın genellikle tıp ve veterinerlik alanında kullanıldığını görürsünüz. Çünkü hem hekim hem de veteriner hekim adaylarına meslekî ahlak bağlamında deontoloji dersleri verilir. Oysa bu kavram aslında bütün meslekler için geçerlidir. Örneğin adaleti sağlamak, hukukçu için deontolojik bir sorumluluktur.
İki hafta önce etik ve ahlak kavramlarının ilişkisinden, benzerlik ve farklarından bahsettik. Geçen hafta ise etiğin en temel ilkesi olan adalet kavramı üzerinde durduk. Bu temel ilke yok sayıldığında doğal olarak ahlakın da yok sayıldığından söz ettik. Sonuç olarak adaletsizliğin ahlaksızlık olduğu önermesini geçtiğimiz günlerin en güncel vakası olan Can Atalay’ın düşürüldüğü söylenen milletvekilliği üzerinden tartıştık. Bu hafta ise aynı sorunu yine aynı örnek üzerinden ama başka bir kavram ekseninde tartışmak istiyorum… Kavramımız deontoloji. En basit tanımıyla meslek etiği. Meslek kavramını, herhangi bir işi profesyonel olarak icra etmek olarak tanımlayabiliriz. Demek ki bu pratik, yani uygulamaya yönelik bir alan. Öyleyse deontolojiyi de meslek etiği yerine meslekî ahlak olarak tanımlamamızda bir sakınca yok.
NEDİR BU ‘DEONTOLOJİ’?
Girizgâhta deontolojiyi çok basit bir şekilde tanımladık. Ama elbette bu tanımın ötesine geçen, detaylar var. Örneğin TDK sözlüğüne baktığımızda bu kavramının anlamı olarak ‘ödev bilimi’ diye bir tabir görürsünüz. Aslında bu tabir deontoloji kavramının esas çıkış noktası.
Immanuel Kant’ın ahlak felsefesinin en temel kavramlarından biri ‘ödev ahlakı’dır. Kavramın teorik açıklamalarına girmeden, doğrudan onun örneği üzerinden açıklamaya çalışacağım. Öncelikle ödev kavramı için kendimize bir tanım bulalım. Tartışma bağlamımız ahlak olduğu için bu kavramı şöyle tanımlamak uygun olacaktır: Yapılması gereken. Ahlak açısından bu anlamı şöyle de genişletebiliriz. Ahlakî yönden iyi bir sonuca ulaşma niyetiyle yapılmış eylem. Bu son tanımda en dikkat edilmesi gereken kelime niyet. Neden öyle olduğunu da gelin Kant’ın örneği üzerinden inceleyelim.
Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı eserin başlarında çok açıklayıcı bir örnek veriyor. Bu örneği size kitapta yer aldığı gibi değil de biraz daha ete kemiğe büründürerek, hikâyeleştirerek aktarmak isterim. İki bakkal düşünün. Biri Ahmet diğeri de Mehmet… İkisi de birebir aynı ürünü, mesela aynı marka ve aynı çeşit çikolatayı satıyorlar. Çikolatanın olması gereken değeri de 10 TL diyelim. Ahmet bu çikolatayı 10 TL’ye satıyor çünkü ederi bu fiyat ve o da bu fiyata satması gerektiğini düşünüyor. Aslında Mehmet de 10 TL’ye satıyor. Ama onun bu fiyata satma nedeni farklı. Mehmet eğer bu çikolataya 11 TL fiyat biçerse biliyor ki çikolatayı satamayacak ve müşteri kaybedecek. Öyleyse o da 10 TL’ye satmalı…
Bu örnekte açıkça görülüyor ki sonuç aynı. İkisi de çikolatayı 10 TL’ye satıyor. Öyleyse birileri diyebilir ki Ahmet açısından da Mehmet açısından da ahlakî bir problem yok. Oysa var. Problem, iki bakkalın niyetlerinin farklı olmasında. Ahmet, çikolatayı piyasa değerinden, bir başka deyişle kendi hakkı olan ederden satıyor. Çünkü ona göre yapılması gereken şey bu. Yani Ahmet çikolatayı 10 TL’den satmayı bir ödev olarak görüyor. Niyeti ahlaken iyi olanı yapmak. Mehmet’in niyeti ise bu değil. O, hakkı olanı hakkettiği kadar almak, yani ahlaken iyi olan ödevini yerine getirmek derdinde değil. Onun niyeti müşteri kaybetmemek. İşte bu örnekten yola çıkarak Kantçı bir değerlendirme yaparsak, ödev ahlakı öğretisine göre Ahmet ahlaklı, Mehmet ise ahlaksız bir bakkaldır. Çünkü birinin niyeti hakkı olanı almak ve bu onun için hiç değişmez. Diğerinin niyeti ise fırsatını bulursa müşterisini kazıklamak. Sadece bu eylemin sonunda karşısına çıkacak riski göze alamıyor. İşte size deontoloji.
SONUÇ MU, NİYET Mİ?
Öyleyse deontolojik bakış açısından şunu söyleyebiliriz. Eylemlerimizi ahlaken yargılarken kriterimiz eylemin sonucu değil, eylemi yaparken ortaya koyduğumuz niyet olmalı. Yukarıdaki örnekte de olduğu gibi, aynı eylemin aynı sonuca ulaşması, o eylemi ahlakî açıdan iyi olarak nitelendirmemiz için yeterli bir kriter değil. İşte bu deontolojik bakış açısından üretilen meslekî ahlak da esas olarak niyet kriteri üzerinden değerlendirilmeli.
Günümüzde meslekî ahlakla eşanlamlı kullanılan deontoloji hakkında araştırma yaparsanız, bu kavramın genellikle tıp ve veterinerlik alanında kullanıldığını görürsünüz. Çünkü hem hekim hem de veteriner hekim adaylarına meslekî ahlak bağlamında deontoloji dersleri verilir. Oysa bu kavram aslında bütün meslekler için geçerlidir. Örneğin adaleti sağlamak, hukukçu için deontolojik bir sorumluluktur.
HUKUKTA DEONTOLOJİ
Hiç kuşkusuz, bir hukukçunun ödevi adaleti sağlamaktır. Bu, hâkim için de savcı için de avukat için de geçerli. Şüphe götürmez bir biçimde adaleti sağlamak, başka bir deyişle âdil olmak gündelik hayatta hepimizin ödevi. Ancak hukukçuların bu bağlamda ekstra bir sorumlulukları olduğu da aşikâr. Onlar sadece gündelik hayatta değil, mesleklerinin tanımında da yer alan adalet kavramına sıkı sıkıya tutunmak, onu korumak ve gerçekleşmesini sağlamakla yükümlüler. Gündelik hayatta bizlerin maruz kaldığı adaletsiz durumları düzeltmek, adaleti sağlamak onların aynı zamanda profesyonel ödevleri.
Peki bizim güncel örnek olarak kullandığımız Can Atalay vakasında, etkin rol oynayan hukukî aktörleri deontolojik açıdan değerlendirirsek, nasıl bir yargıya varabiliriz? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim… İçler acısı. Kendisi de bir hukukçu olan, üstelik avukat olarak üstlendiği davalardaki niyetine bakıldığında çok sağlam ve iyi bir ahlakî zemine oturan Can Atalay, kötü niyetli meslektaşları tarafından adaletsizliğe maruz bırakıldı. Farkındaysanız buradaki değerlendirme, Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülme sonucuyla değil, bu kararı alanların niyetiyle ilgili. Peki bu kötü niyet nereden kaynaklanıyor?
GÖREV Mİ, ÖDEV Mİ?
İşte size tıpkı etik-ahlak ikilemesinde olduğu gibi bir kavram kargaşası. Pek çok insan için, hatta TDK sözlüğü için bile, görev ve ödev kavramları birbirinin yerine kullanılıyor. Oysa aralarında çok önemli ayrımlar var. Görev, bir insandan yapması beklenen iş olarak tanımlanabilir. Bu görev kapsamında işin ne olduğu başka bir insan ya da bir kurum tarafından belirlenir ve görevi yapacak olan kişiden sorgusuz sualsiz o görevi yerine getirmesi beklenir. Ödev ise işte o sorgu sual alanıdır. Yapılması beklenenin ötesinde, ahlakî açıdan yapılması gereken şeydir. Bir anlamda görev kavramı, yapılacak işin ne olduğunu belirlerken; ödev kavramı, işin nasıl yapılacağını belirler. Dolayısıyla bu ikisi bir ve aynı şey değildir. Görev bilinciyle hareket edenler, kendilerinden beklenen eylemi her ne pahasına olursa olsun yerine getirmek eğilimindedir. Dolayısıyla kendilerine verilen görevi ahlaken sorgulamazlar. Ama ödev bilinciyle hareket edenler, yapacakları eylem kendilerine verilen bir görev olsa bile, onu ahlakî açıdan sorgular ve istendiği gibi değil, olması gerektiği gibi hareket ederler.
Biz yine kendi güncel örneğimize dönersek… Can Atalay davasında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği, ‘hak ihlali’ kararının hukukî değeri olmadığını söyleyen Yargıtay 3. Ceza Dairesi açıkça ödev ahlakını çiğnemiştir. Hadi daha açık ve herkesin malumu olduğu şekliyle söyleyelim. Bu dairenin üyeleri ödevleri olan adaleti yok sayıp, siyasi erk tarafından kendilerine deklare edilen görevi sorgusuz sualsiz yerine getirmişlerdir. Bu yazıdaki inceleme penceremizden baktığımızda, kendi mesleklerinin ahlakî kurallarını çiğnemiş ve deontolojik açıdan sorunlu bir karar vermişlerdir.
SİYASETTE DEONTOLOJİ
Pek çok kişi, siyasetin bir meslek olarak adlandırılmaması gerektiğini söyler. Öyle dahi olsa, bu durum siyaset yapan kişilerin deontolojiden kaçabilecekleri, onların ahlakî sorumlulukları olmadığı anlamına gelmez. Çünkü onlar, her vatandaşın hayatını etkileyecek eylemlerde bulunuyorlar. Bu eylemleri de ödev bilinciyle, bir diğer deyişle deontolojik bir sorumluluk çerçevesinde yapmak zorundalar.
Ancak biz yine onların eylemlerini incelediğimizde görüyoruz ki, bırakın deontolojik sorumlulukla hareket etmelerini, siyasetçi ve ahlak kelimelerini yan yana getirmek bile pek mümkün değil. Söyledikleriyle eylemleri birbiriyle çelişen, bugün söylediğini büyük bir yüzsüzlükle yarın reddeden, yerine getiremeyeceği vaatleri bol keseden sallayan, halkın ihtiyaçlarını önemsemeyip kendi menfaatlerinin peşinde koşan, yargıyı elinde bulundurduğunu sadece eylemleriyle değil sözleriyle bile dile getirmekten çekinmeyen, iktidara geldiğinde bu gücü kendi çıkarları için kullanan insanlardan ahlakî erdem beklemek büyük saflık.
Yukarıda yazdıklarım, siyasetçi için ideal bir tanım değil elbette. Aşağı yukarı hepimizin onlar hakkındaki tespiti. Bir anlamda pratikte gördüğümüz siyasetçi. Tıpkı Platon’un Devlet adlı eserinde Sofist Thrasymakhos’un yaptığı adalet tanımı gibi… “Adalet güçlünün işine gelendir” Bu, berbat bir tanım ama mükemmel bir tespit. Tıpkı benim yukarıda siyasetçiler için söylediklerim gibi. İdeal olan tanım başka, gerçekte olan bambaşka.
Siyasetçiyle ahlak kelimelerini yan yana getirmek pek gerçekçi olmasa da gelin biz Can Atalay vakasında rol sahibi siyasetçileri deontolojik açıdan değerlendirelim. Cumhurbaşkanımızı bir kenara koyuyorum. Ama bu, onu eleştirmek istemediğimden değil. Kendisi siyasî deontoloji açısından değerlendirmeye gerek olmayan bir kişilik olduğu için. Vekillerini siyasi iradeyle zindana tıktığı Hatay halkına, şu anlama gelen sözleri hiç çekinmeden söyleyebildiği için: “Yerel seçimlerde bizim partiye oy vermezseniz merkezi yönetim olarak hizmet almanızı engelleriz” Kendisi daha sonra “söylediklerimden cımbızla laf çektiniz” falan diyerek başkalarını kötü niyetli olmakla suçlasa da aklı başında olan herkes onun hem bugüne kadarki eylemlerinden hem de söylemlerinden yola çıkarak, sözlerindeki niyeti çok iyi anlayabiliyor. O yüzden deontolojik açıdan öyle fena bir durumda ki, kendisini bu bağlamda değerlendirmeye gerek yok.
BEKİR BOZDAĞ VE DEONTOLOJİ
İşte size meslekî ahlak açısından değerlendirilebilecek mükemmel bir örnek. Bekir Bozdağ hem önemli görevlerde bulunmuş bir siyasetçi hem bir hukukçu hem de Can Atalay vakasında figüran da olsa önemli rollerden birini üstlenmiş bir karakter.
Kendisine hukukçu olarak baktığımızda (ki bu ülkede Adalet Bakanlığı bile yapmış bir isim) tıpkı Yargıtay üyeleri gibi kendi mesleğinin ahlakını ayaklar altına almayı göze alabildiğini görüyoruz. Tabii yine bir ödev değil, görev adamı olarak. Kendisine zamanlama olarak tartışmalı bir şekilde tevdi (emanet) edilen TBMM Başkanlık makamını yine kendisine emredilen bir görevi yerine getirmek için kullandı. Oysa emaneten de olsa yasamanın başı olduğu bir zamanda, üstelik bir hukukçu olarak yerine getirmesi gereken ödev neydi? Adalet. Peki o ne yaptı? Adaleti yok sayacak şekilde, okunmaması gereken Yargıtay kararını okutarak kendisine verilen görevi sorgusuz sualsiz yerine getirdi. Dolayısıyla hem bir siyasi figür hem de bir hukukçu olarak deontolojik açıdan çifte bir ahlaksızlığa imza atmış oldu. Kendisinin de içinde yer aldığı siyasi grubun çıkarları doğrultusunda, içinde bulunduğu bir mesleki grubun ahlakını hiçe saydı. Bekir Bozdağ özelinde emir demiri kesti, görev ödevi çiğnedi, çıkar ahlakı yok etti.
DİĞER SİYASİLERİN DURUMU NE?
Can Atalay vakası özelinde CHP ve TİP kararın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne yeniden başvurdu. Bir anlamda ödevlerini, yani deontolojik sorumluluklarını yerine getirdiler. Ama onlar da kamuoyu oluşturmakta o kadar beceriksizler ki, ahlaken iyi kategorisine giren bu eylemleri işe yaramıyor.
Genel anlamda da tüm siyasi partiler, kendilerine verilen ya da kendi kendilerine verdikleri iktidar olma görevinin peşinde o kadar çok koşuyorlar ki, bu durum esas ödevlerini ikinci plana atmalarına neden oluyor. Sadece AKP ya da MHP değil. CHP’den İYİ Parti’ye, DEM’den diğerlerine, hepsinin derdi, kendilerine biçtikleri görev iktidar olmak. Peki ya ödevleri ne? Halkın iyiliği, huzuru, refahı… Sizce içlerinde bu ödevi umursayan bir tek siyasi parti, o partilerin içinde bir tek siyasetçi var mı?
Açıkçası ben pek göremiyorum. Kendi partilerinin içinde bile esas niyetleri başa gelmek, iktidarı eline geçirmek ve kendi çıkarlarının peşinde koşmak olan siyasiler bu niyetlerini değiştirmedikleri, yönlerini halka çevirmedikleri sürece onların deontolojik açıdan da genel anlamda da ahlaklı olduklarını söyleyemeyiz.
Hani “filler tepişir çimenler ezilir” diye bir deyiş var ya… Buna küçük bir ekleme yapsak pek de haksız sayılmayız. Filler, o çimenlerin arasına deontolojiyi de koymuşlar, tepişirken hepsini birden eziyorlar. Bize de kala kala halksız bir siyaset, adaletsiz bir hukuk ve ahlaksız bir yaşam kalıyor.