Eda Yılmayan
Köylüler hırsı uğruna kadim geleneğe karşı duran Mahmut Paşa’ya sesleniyor: Ağrı’nın Laneti Başına Olsun Paşa!
Yaşar Kemal’in destansı dilinden Ağrıdağı’nın efsanesi dökülür. Bu öyle bir efsanedir ki Ahmed ile Gülbahar’ın sevdası Ağrıdağı’nın öfkesine karışır.
Bir gün Osmanlı Paşası Mahmut Han’ın atı kavalcı Ahmed’in kapısına gider durur. Doğunun, Kafkas’ın, İran’ın, Turan’ın en büyük kavalcısı Sofi, Ahmed’in kapısındaki atı görünce şaşırır. At öylece durmuş, Ahmed’in çaldığı Ağrıdağı türküsünü dinlemektedir. Bu türkü Ağrı’nın öfkesini dile getiren, Ağrılı kavalcıların çaldığı türküdür.
Uzun zamandır türküyü dinlemeyen Sofi, “Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar” der.
Ahmed’e gelen at Mahmut Han’ın atıdır. Atını geri isteyen paşaya dağlılar atı geri vermezler. Ahmed “At benim kısmetimdir. Ben atını çalmadım. At bana haktan yadigâr verildi. At sana geri verilmez. Senin soyun da bizim dağdan olur. Sen bu töreyi bilmez misin?” dese de paşa dinlemez. Hırsının kurbanı olan Mahmut Han, beylerle, ağalarla, şeyhlerle iktidar mücadelesine girer. Kürt beyleri istemeyerek Ahmed’in kapısına gelir atı ondan geri isterler. Ahmed “Bu at benim değil, gelmiş Ağrı Dağı’nın başına konmuş. Onlar ki bey olmuşlar, nasıl dilleri varır da bizim atımızı isterler? Onlar bey değil, Paşaya kul olmuşlar” der. Bu öfke paşaya öyle şeyler yaptırır ki ne gelenek ne görenek tanır. Beğenmediğini zindana attırır. Sofi ve Ahmed de sonunda zindanı boylar. Gel gör ki atın neden Ahmed’in kapısında durduğu Gülbahar’la netleşir. Gülbahar yani Ağrılıların deyişiyle “Gülen kız” paşanın diğer çocuklarından farklı, köylülerden biri gibidir. Toylardan, düğünlerden, derneklerden hiç eksik olmaz. Üstelik bir usta atçıdan daha usta ata biner. Paşa uzaktan uzağa kızını izlerken“Bu kız erkek olsaydı Ağrı Dağının padişahı olurdu”diye aklından geçirir.
Yaşar Kemal’in şiirsel anlatımından yola çıkan bu efsaneye ilişkin bilgiyi şimdilik burada bırakalım. Meraklı okuyucu hem usta yazarın kaleminden kitabı okuyabilir hem de İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bu sezon sahnelenmeye başlayan ‘Ağrıdağı Efsanesi’ oyununu izleyebilir. Kitaba ilişkin bir not da Abidin Dino’nun çizimleri. Dino, Yaşar Kemal’in tılsımlı sözcüklerini resmediyor. Oyuna dönecek olursak bu yıl 110.yılını kutlayan şehir tiyatroları iki yıldır klasik eserleri sahneye koyuyor. Önemli yapımlara imza atan ekip bu sezon açılışı Yaşar Kemal’in eseriyle yaptı.
Metni taze taze okuyup heyecanla oyunun prömiyerine gittim. En çok merak ettiğim, kolay görünen ancak sahneye aktarılması zor olabilecek şiirsel bir metinle tiyatroda nasıl bir dünya yaratılacağıydı. Öyle ya seyircinin beklentisi yüksek olacaktı. Söz konusu Yaşar Kemal ve onun betimlemeleri, şiirsel dili olunca ekibin işi hem kolay hem de zordu. Yiğit Sertdemir’in uyarlayıp yönettiği oyunun dramaturjisi Sinem Özlek’e ait. Sertdemir’e kalabalık bir yönetmen yardımcısı kadrosu eşlik ediyor. Her birini ayrı ayrı kutlamak gerekir. Büyük ustanın kaleminden dökülen Ağrıdağı Efsanesi’ni masalsı bir atmosferle bizlerle buluşturdular. Dekor tasarımı Barış Dinçel’in elinden çıkmış. Özellikle dengbejlerin paşanın etrafında sıralandığı bölüm çok etkileyiciydi. Ayrıca atı oyunda nasıl kullanacaklarını merak ediyordum. Oyunun başında sahnede görünen, uçuşan o büyülü masalsı atmosferi izleyiciye yansıtan bir at karşıladı bizleri. Oyun boyunca ata hayat veren Özge Midilli’yi de kutluyorum. Koreografi de pek çok unsur ön plana çıkabilir ama özellikle oyuncuların atın ritmik adımlarını sahnede birebir yansıttıklarını söyleyebiliriz. Çok kolay olmayan ama seyirciye adeta gerçek bir at sahnedeymiş hissini veren bir koreografi oluşturmayı başarmışlar. Kostümler, kavalcılar, dengbejler, anlatıcılar ve oyuna ilişkin pek çok detay önemli. Oyunda emeği geçen tüm ekip hakkıyla Yaşar Kemal’in kelamını izleyiciye ulaştırmayı başarıyor.
Oyunun yönetmeni Yiğit Sertdemir’le yaptığım söyleşiye geçmeden oyunla ilgili şu noktaya dikkat çekmek istiyorum: Oyunda eksik olduğunu ya da yetersiz vurgulandığını düşündüğüm yer Gülbahar karakteri oldu. Gülbahar halktan biri. Bir paşa kızı gibi değil. Köylülerin içinde. Tam da bu nedenle babası tarafından zindana atıldığında köylüler ona sahip çıkıyor, dağlılar ayaklanıyor, saraya yürüyor. Paşa akın akın insanların saraya geldiğini görünce zindanın kapısını açtırmak zorunda kalıyor. Gülbahar’ın halktan biri olduğu ve kalabalıkların onu zindandan çıkarmak üzere saraya yürüdükleri hissi kitaptaki kadar güçlü sahneye taşınmıyor. Oysa Mahmut Han “Kalabalık kadar zekisi dünyaya gelmemiştir” diyor. Söyleşinin ardından Sertdemir’le bu konuyu da konuştuk ama kendisi bana katılmadığını belirtti.
Demirci Hüso’nun sözleriyle bu bölümü noktalayalım: Biz hep böyle, her şeyde birlik olsak, kimse bize diş geçiremez. Bize dağlar, şahlar dayanamaz. Hiç kimse… Yeter ki böyle birlik olalım.
“YAŞAR KEMAL BİR DENGBEJ* GİBİ ANLATIYOR”
Yaşar Kemal’in Ağrıdağı Efsanesi oyununu sahneye koymanız istendiğinde neler hissettiniz?
Yazım hayatının çok kıymetli isimleriyle oyuncu olarak bazen de yönetmen olarak buluşma şansım oldu ama bu isimler bizim kültürümüzden, coğrafyamızdan olan isimler olduğunda işin ağırlığı bin kat artıyor. Dünya çapında bir yazarın kelamını ulaştırma gayreti de insanın üzerine sorumluk yüklüyor. Genel Sanat Yönetmenimiz Ayşegül İşsever’in teklifiydi, çok heyecan verici bir teklifti. Cevap vermek için çok uzun da düşünmedim. Sadece nasıl bir yolculuk olabileceğini düşündüm. 36 senedir şehir tiyatrosunda oynanmıyor, Yaşar Kemal çok özel bir isim. Bugünden tekrar bakabilmek, günümüzü de kaçırmamak lazım. Hem heyecanlandım hem de hangi perspektiften bakmam lazım onlara odaklanıp yola çıktık.
Bir efsane Ağrıdağı metni. Siz sahnede masalsı bir atmosfer yaratmışsınız. Oyunu izleyenler için masalla efsaneyi nasıl ayırt etmeliyiz?
Kavuşurlarsa masal olur kavuşmazlarsa efsane. Bu hayatın her yerinde her çatışma için geçerli. O yüzden romanın devamı bir efsane gibi akarken Yaşar Kemal’in dilinden de kaynaklanan soyuta ve somuta kaçan, somuttan masala, masaldan tekrar gerçeğe çarpan bir dünya var. Tüm eserlerinde bu böyle. Ağrıdağı Efsanesi de mitlerden, o coğrafyanın kendine has kültüründen, Ahmedi Hani ile kavuştuğu yerden yeniden söylemeyi, bir dengbej gibi anlatmayı tercih ettiği bir dünya. Dolayısıyla oyun da niye masal olamadığımızı anlatıyor. Roman da bunu bence anlatıyor. Yaşar Kemal de “Bu bir efsane demiş”. Keşke masal olaydı.
Bu metni sahneye uyarlamak bir yanıyla kolay bir yanıyla da zor. Böyle bir metinle çalışmanın tiyatrocuya nasıl bir katkısı olur?
Yaşar Kemal’le buluşmak ve yeniden tanışmak. Kuşkusuz hepimiz bir eserini okuduk, biliyoruz. Yeniden bu vesileyle tanışmak bambaşka bir katkı. Hayata bakışımızla ilgili de mesleğimize bakışımızla ilgili de. Bu buluşmanın kolay yanı şu: Yaşar Kemal’in yarattığı dünya müthiş imajlarla, tariflerle dolu ve tiyatro iki boyutlu değil, üç boyutlu. Dolayısıyla tarifin içinde görselleşebileceği, tarif ettiği kokuyu bizim yeniden var edebileceğimiz, işittirdiği sesi sahne üzerinde yeniden arayabileceğimiz bir alan tiyatro. Ama baştan beri ekiple de paylaştığımız düşünce; bunu göstermek değil görünür kılmaktı amacımız. Somutlamak değil dekorumuzla da at için de roller için de aynı şey geçerli, göstermiyorlar görünür kılmaya çalışıyorlar o dünyayı. Dolayısıyla görünür kılmakla ilgili çok kolaylaştırıcı bir metin karşımızda.
Zorluğu peki?
Zorluğu seyirciye o kelamın erişmesini sağlamak. Sözü de çok güçlü. Uyarlamayı ben yaparken neleri söylemek, neleri söylememek ve sahne üzerinde yaratmak koşuluyla hareket ettim. Romanın yapısını, kurgusal yapıyı hiç değiştirmedim. Aynı izlekte gidiyor ama bazı sahneleri iç içe geçirdim. Hiçbir karakteri Yaşar Kemal’in tercihinden önce tanıtmadım. Koşulları gözeterek uyarlama yaptım. Ama bir buçuk sayfa anlattığı bir tarifi seyircinin sahne üzerinde görmesini sağlamaya çalıştım. Bütün ekip canla başla çalıştı.
Bir aşkı, kavuşamama hikâyesini izlerken bir yandan da iktidar, şiddet, kadim gelenek ve görenekler, dengbejler var. Arkada büyük bir hazırlık eminim vardır. Oyuna hazırlanırken nelerden beslendiniz?
Dengbej kültürünü anlamak ve tarihsel kültürünü bilmek için konunun uzmanlarıyla görüşmeler yaparak aslında baktığımız perspektifin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu anlamaya alıştık, böyle bir yol güttük. Hazırlık aşamasında yazılmış kitaplar, tezlerden faydalandık. Özellikle dramaturg ekibimiz bizi besledi ve oradan bir yol bulmaya çalıştık. Tabi ki her okuyucunun kendi dünyasında yeniden yarattığı bir şey roman. Burada uyarlayan gibi bir aracı var. Yani o romana baktığı perspektifi seyirciyle buluşturan. Kişisel olarak o perspektifi kurmaya çalışırken Sinem Özlek ve Irmak Örnek’le, yanımdaki herkesle çalışmaya devam edip, okuyucu ve tiyatrocu olan Yiğit’e, aynı zamanda ekibe ve finalinde de bunları okuyan, seyredecek olan kişiye ulaşmasıyla ilgili bir yol güttük. Kaynaklardan beslenirken memleket ahvalini unutmadan bir şey söylemeye çalıştık ama tek bir sözcük bile eklemedik. Bir tek olmayan sahne bile yaratmadık. Sadece onları görselleştirdik. O kılıç vardı.
“KILIÇ HEPİMİZİN ORTASINA SAPLANIYOR”
“Aramızdaki kılıç” aslında iktidarla, paşa, ağalar, beyler, ermiş arasındaki çatışmayı da sembolize eden bir şey değil mi?
Kesinlikle. Birincil katmanda Ahmed bir çoban Gülbahar bir soylu kız. İkinci katman birisi halk diğer muktedir. Üçüncüsü kültürler farklı. Dördüncüsü erkek-kadın meselesi var. Beşincisi iktidarın getirdiği kimi şeylerle, muktedirliğin getirdiği kimi haklarla, kadim gelenek hakkı var. Bütün bunlar zaten çatışıyor ve tüm bunların ortasında o kılıç tam da hepimizin ortasına saplanan bir fikir gibi duruyor.
Hırsı var bir de Mahmut Paşa’nın.
Hem de çok. Babasına benzemiyor.
*Dengbej; Kürt sözlü edebiyatında kilam ve stran söyleme sanatıdır. Sözün ahenkle icra edilmesini sağlayan kişi anlamında kullanılır. Dengbejler genellikle köyden köye dolaşarak, hayatlarını söyledikleri destanlar, kılamlar, ilahiler ve hikayeler ile sürdürürler. Bazıları tef, kaval gibi çalgılarla söyleseler de dengbejlerin çoğu herhangi bir çalgı aleti kullanmadan, gırtlak gücüne dayanarak kelamlarını anlatırlar.