Oğuz Pancar
Agnodike
Agnodike’nin gözü karadır; erkek olarak bilinmek için saçlarını kısacık kestirir, zaten küçük olan göğüslerini belli etmeyecek bir erkek tuniği giyer...
Batıda yazılmış herhangi bir tıp tarihi kitabını açınca, büyük olasılıkla Agnodike adına da rastlayacaksınız; hatta kimilerinde “Tarihteki ilk kadın hekim” gibi iddialı nitelemelerle karşılaşacaksınız. Bunu, Batı’nın tüm kültür ve uygarlık bileşenlerinin köklerini Antik Yunan’a, yani Avrupalı bir topluma, dayandırma geleneğinin başka bir örneği olduğunu not ederek Agnodike’nin ilginç öyküsünü anlatalım.
Agnodike M.Ö. 300’lü yıllarda Atina’da yaşayan genç bir kızdır; ailesi ya da geçmişi hakkında pek bilgimiz yok, yalnızca tıp öğrenmek istediğini ve hırslı, özgüvenli genç bir kadın olduğunu biliyoruz. Oysa onun yaşadığı yıllarda Yunanistan’da bir kadının hekimlik yapması olanaksızdır; hekimlik diğer tüm meslekler gibi erkeklerin bir ayrıcalığıdır; aslında eş ve annelik dışında kadına hiçbir görevin yaraştırılmadığı bir dönemdir.
Agnodike bir yolunu bulur ve bir Yunan kolonisi olan İskenderiye'deki ünlü hekim Herophilus'un okulunda tıp eğitimi almayı başarır.
[Agnodike’den ilk söz eden yazar olan Romalı Hyginus’un (M.Ö.64-M.S.17) kitabında İskenderiye’den söz edilmez, yalnızca Herophilus adı anılır. Bu hekimin, o dönem kadın hastalıkları konusunda çalışmalarıyla tanınan Khalkedonlu (Kadıköy) Herophilus olması daha olasıdır.]
Tıp eğitimini tamamlayan Agnodike Atina’ya döner. Ancak hekimlik yapması olanaksızdır, böyle bir işe kalkışması, sonucu idama varabilecek büyük bir suç sayılmaktadır. Ancak Agnodike’nin gözü karadır; erkek olarak bilinmek için saçlarını kısacık kestirir, zaten küçük olan göğüslerini belli etmeyecek bir erkek tuniği giyer.
Bir gün çarşıda dolaşırken tenha ara sokakların birinde doğum sancıları başlamış bir kadın görür; belli ki kadın evinden uzaktadır. Yardım etmek istese de kadın sokaktan geçen bir erkeğin yardımını reddeder. Bunun üzerine Agnodike tuniğini beline kadar kaldırarak kadın olduğunu gösterir ve doğuma yardımcı olur.
Sonrasında Agnodike gizlice evinde kadın hastalara hekimlik yapmaya başlar. Yalnızca doğum ya da kadın hastalıkları konusunda da değil, bir erkek hekime görünmekten rahatsızlık duyan kadınların tüm sağlık sorunlarına yardımcı olmaya çalışır. Çevrede hala erkek bir hekim olarak bilinmektedir ancak onun bu kadar çok kadın hastasının olmasından kuşkulanan ve kıskançlığa kapılan diğer hekimler onu, hastalarını baştan çıkardığı savıyla şikayet eder. Şikayet ciddiye alınır ve Areopagus(1)mahkemesinde yargı önüne çıkar Agnodike.
Mahkemede
Önce tüm suçlamaları reddederek kadın hastalarını baştan çıkarmadığını söyler. Ancak ne zaman ki davanın yönü onun suçluluğuna eğilim gösterir, yine tuniğini kaldırarak kadın olduğunu açıklamak zorunda kalır. Hakkındaki suçlamadan kurtulmuş, hastalarını baştan çıkarmadığı kanıtlanmıştır ama başı hala derttedir. Erkek kılığında erkeklerin tekelindeki bir mesleği yapmak da yine idam cezası gerektiren suçlardandır. Ancak beklenmedik bir şey olur, aralarında salondaki yargıçların eşlerinin de bulunduğu kadın izleyiciler yüksek sesle duruma itiraz eder ve Agnodike’nin kadın hastaları için yaptıklarını savunarak onun serbest bırakılmasını ister. Onların karşı çıkışlarından etkilenen ve tepkinin tüm Atinalı kadınlara yayılmasından korkan mahkeme, yalnızca kadın hastalıkları konusunda çalışması koşuluyla Agnodike’nin hekimlik yapmasına izin verir. Agnodike özgürdür.
Öykü güzel olmasına güzel de büyük olasılıkla tarihsel bir gerçekliği yok, Agnodike’nin gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile kesin değil. Ama dönemin özellikle kadın hastalıkları konusundaki toplumsal bir sıkıntısını ve kadın hekimlere duyulan gereksinimi ifade ettiği de açık.
Şunu söylemek gerekir ki kimi yayınlarda geçtiği gibi, Agnodike ilk hekim ya da ilk ebe değildir. Hele ebelik, insanlık tarihindeki, kötü şöhretli diğerinden çok önce ortaya çıkmış en eski meslek olabilir. Agnodike’den çok önce yaşamış Sokrates, kendisinin gençleri eğitme konusunda harcadığı çabayı bir ebenin (maia) emeklerine benzetir ve kendisinin de Phainarete adlı bir ebenin oğlu olduğunu söyler. MÖ 4. yüzyıla ait bir mezar yazıtı ise bize Phanostrate adlı özgür mü yoksa köle mi olduğu anlaşılamayan bir ebe kadın hakkında bilgi verir. Yazıtta; “Bir ebe (maia) ve hekim (iatros) olan Phanostrate burada yatıyor. O hiç kimseye acı çektirmedi. Ve herkes onun ölümüne ağladı.” ifadesi yer alır(2).
Dahası, M.Ö. 5. Yüzyılda yaşamış ünlü Hippokrates’in Kos Adası’ndaki büyük tıp okuluna kızların alınmamasına karşın bunların Batı Anadolu’daki okullarına kabul edildiği, kadınların orada jinekoloji ve doğum üzerine eğitim aldıkları bilinmektedir.
[Hippokrates’in ölümünden sonra bazı kadın hekimlerin kürtaj yaptıklarının ortaya çıkması nedeniyle kadınların tıp eğitimi alması tamamen yasaklanmış, yine de bu suçu işleyenler için ölüm cezası getirilmiştir. Ancak dönemin toplumsal gelenekleri nedeniyle birçok Atinalı kadın erkek doktora görünmek istememiş, o dönem kadın ölümleri çoğalmıştır.]
Eski Mısır ve Öncesi
Daha eskilere bakacak olursak, M.Ö. 1550’te yazılmış Ebers Papirüsleri ve M.Ö. 1700’de yazılmış Westcar Papirüsleri’nden(3) öğreniyoruz ki, Eski Mısır’da yalnızca ebelik değil, kadın doğum hekimliği de kadınlar tarafından yürütülen bir meslektir. Bu hekimler kadının sağlıklı bir gebelik süreci geçirmesi kadar, doğumun gerçekleşmesi ve yeni doğanın ilk sağlık hizmetlerinden de sorumludur. Üstelik kadın hekimler erkek meslektaşlarıyla eşittir, ancak çok zorlu doğum olaylarında erkek hekimlerden yardım istenir.
Çok daha öncesinde de ebeliğin bir meslek değilse de bir beceri olarak var olduğuna kuşku yok. Öğrencileri ünlü antropolog Margaret Mead'e sorar, “Hangi nesne ya da olgu, insanlığın uygarlaştığının en önemli işaretidir?” diye. Herkes, ateş, tekerlek ya da yazı gibi bir yanıt beklerken Mead bir insan topluluğunun uygarlık düzeyine eriştiğinin ilk işaretinin, kırılmış bir femur (uyluk) kemiğinin iyileşmesi olduğunu belirtir. Çünkü uyluk kemiği kırık birinin yardım almadan hayatta kalabilmesi olanaksızdır. Bu, bir topluluğun bireylerine karşı duyduğu empati ve yardımlaşma duygusunun en önemli göstergesidir.
Kuşkusuz diğer insansılar gibi Homo Sapiens dişileri de kendi başlarına doğum yapabilir. Zaten dişisi doğum yapabilmek için dışarıdan yardıma muhtaç olan bir hayvan türünün hayatta kalması olanaksızdır. Elbette ülkeden ülkeye değişir ama kabaca her 5 doğumdan 4’ünün yardımsız (ebe ya da hekim) gerçekleşebileceği söyleniyor. Eskiden, tarlada çalışırken sancıları erken başlayan ve tek başına doğum yapan köylü kadınları duyardık. Günümüzde de evlilik dışı gebeliğini ailesinden saklayan kimi genç kızların tuvalette doğum yaptığını okuyoruz arada.
[Yatarak doğum yapma son yüzyılın uygulamasıdır. Kadınlar çok eskiden beri çömelerek, ya da daha sonraları orta kısmı açık bir doğum sandalyesinde oturarak doğum yaparlardı. Kadının ıkınması, yerçekiminin yardımıyla da birleşince, sorunsuz bir doğum için çoğu zaman yeterlidir.]
Toplumsal yardımlaşma, türümüzün erken dönemlerinde hayatta kalmayı sağlamış en önemli etken olabilir. 24-30 kişilik topluluklar halinde yaşayan Homo Sapiens’in bu konuda da yardımlaştığı, daha önce birkaç kez doğum yapmış kadınların ilk kez doğuran genç annelere ebelik yaptığına ve bunun yüzbinlerce yıldır sürdüğüne kuşku yok. Bu ebelerin varlığı, türümüzün devamının tehlikede olduğu zor zamanlarda kritik bir rol oynamış olabilir.
Küfür dağarcığımızdan ebeleri çıkaralım…
- Atina’daki Ares Tepesi’nde kurulan ağır ceza mahkemesi.
- Evren Şar İşbilen, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 68, 90-105; 2021.
- Ebers ve Westcar, 19. yüzyılda bu eski papirüsleri Luksor pazarlarından satın alan gezginlerin adıdır.