Boray Acar
Ya Devlet Başa...
Türkiye’de; neye hizmet ettiği toplumun kahir ekseriyetince bilinmeyen müstebit uygulamalara muhalefet etme “gafletine” düşen kendini bilmezlere(!) ayar vermek, devletin kutsiyetinin ve olmazsa olmazlığının altını çizerek tartışmayı sonlandırmak, vesayeti “gelenek” kılıfı ile topluma dayatmak stratejisinin veciz ifadesidir: “Ya Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe…” Bunu hatırlamama sebep olan ise son dönemde yaptıkları ilginç işlerle hayatımıza giren ve önceki yazılarımda da atıflarda bulunduğum “140 Journes ekibi”. “Ya Devlet Başa” isimli belgesel film ile yine “derinliği” olan bir konuya temas etmişler.
Özellikle böyle bir konu ekseninde yarattıkları kompozisyon için konuşmacı olarak seçtikleri isimler de yerli yerinde. İsmail Saymaz, İrfan Aktan gibi gazeteci yazarların konuşmacı olarak katıldığı belgeselin başrollerinde ise Sedat Peker ve Bülent Arınç var. Objektif değerlendirmeleri ile hayatımızda olan gazeteci, yazar ve akademisyenlere “konuk oyuncu”, Arınç ve Peker’e ise “başrol” biçmemin elbette bir sebebi var. Arınç, devlet katında aldığı kritik görevler ve yaptığı sansasyonel açıklamalar ile yakın tarihin önemli politik figürlerinden birisi olmuş, dahası devletin paralellik atfedilen bir yapı tarafından neredeyse ele geçirildiği tarihi sürecin de bizzat içinde olan bir isim. Yakın tarihin renkli bir siması olarak özenle seçilmiş. Onunla başrolü paylaşan kişi ise uzunca zamandır hayatımızda olan ve çok yakın tarihlere kadar düzenlediği mitinglerde (her ne kadar şimdi pişman olduğunu ifade etse de) “barış akademisyenlerinin kanlarında banyo yapacağını” söyleyerek karşısındaki şuursuz kitleyi coşturan, bundan ötürü devletin gadrine uğramayan ve cesaret aldığı odaklar ile anlaşmazlığa düşmesinin akabinde de ifşaatları ve itirafları ile “halk kahramanı”(!) olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Sedat Peker… Hülasa; “Allah, insanı devletsiz bırakmasın.” diyen zihniyetin legal ve illegal yüzleri olarak oradalar. Yani salt Bülent Arınç’ın devleti temsilen orada olmadığını da söyleyebiliriz. Daha fazla uzatmak ve içerikten bahsetmek niyetinde değilim. Dönem tanıklıklarını ve itirafları da içeren filmi izlemenizi tavsiye ediyorum.
Amacım; her durumda başta olan devletin, muktedirlerce kullanılma biçimine dair bir değerlendirme yapmak. Toplumsal gereksinimlerin sağlanması ve toplum yararı için tüm aygıtları ile hizmet etme mesuliyetini üstlenmiş bir kurumsallık ile karşılık bulması gerekiyorken, çoğu zaman birilerinin siyasi menfaatleri için bireyi kurban etmek ve toplumsal dinamizmi kısıtlamak için araçsallaşan bir devletin varlığından söz edebiliriz. Kısa süre önce avukatlık camiasının demokratik seçimler ile kendisinden kurtulduğu şahıs ile aynı soyadını taşıyan Turhan Feyizoğlu “Demokrasiden evvel devlet vardır, ben bu anayasayı, bu metni savunmuyorum, devletimi savunuyorum. Gerekirse bir süre için siyasi rekabeti tatil bile edebiliriz.” diyor. Bunu söylediği dönem, Cumhuriyet tarihinin utanç sayfalarından biri olan 12 Eylül Dönemi. Bu anlayış, döneme özgü olmayan ve etnik milliyetçiliğin ruh kökleri üstünde yükselen bir düşüncenin tezahürü niteliğinde. Şöyle ki; Türk milliyetçiliğinin teorisyenleri Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’ya göre de “Devletin idame sultası, halkın hürriyetine tercih edilir.” Aradan geçen bir asırlık bir süreye rağmen aynı dereden su içen zihniyetin demokrasi algısında bir fark olmadığını görebiliyoruz.
Tabii kutsallık atfedilen müessesenin birçok vasfı var. Hayatımıza girmiş (veya sokulmuş) ve her gün yenileriyle karşılaştığımız kavramlarla sembolize ediliyor. Aklı var örneğin. Bireyin havsalasının almayacağı, aklının yetmeyeceği, toplumsal muhayyilenin dahi yetersiz kalacağı, her konuda herkes adına düşünebilme yetisine sahip canlı bir organizma gibi tarifleniyor. Geleneği var. Varlığının devamı için “evlat katlini” dahi hoş gören, ayrıca bununla övünülen, hatta iltifat edilen bir gelenek. Sorun; tarihin derinliklerinde kalmış, tedricen de yok olmuş bu ceberut tutumun, dünyanın değişiminden azade konuşulabiliyor, savunulabiliyor ve tartışmasız benimsenebiliyor oluşu. Şefkat vaat eden yanından ziyade, cezalandırmaya motive yüzünün ön planda tutulduğunu ve tehdit unsuru olarak kullanıldığını görüyoruz.
Ve netice olarak her şey, devletin bekası için… Bunu en fazla kullananlar da tüm sorunların çözümü olarak lanse ettikleri ve kısa sürede kadük hâle gelmiş “Tek Adam” rejimi ile devletin kurumlarını işlevsiz kılmış olan günümüzün siyasi iktidarı ve onun “küçük ortağı”. Siyasi beceriksizliklerin, hukuk ihlallerinin, kısaca mantıklı bir açıklaması olmayan her şeyin gerekçesi; “devletin bekası”. Elbette bu döneme özgü bir strateji de değil. Malum bugünler kanlı Maraş Katliamı’nın yıldönümü. Olaylara tanık olan muhafazakâr kesimin dürüst insanlarının dahi, konunun bahsi açıldığında başlarını önüne eğmek zorunda kaldıkları bir vakıadan söz ediyoruz. Veli Küçük’ün, Ergenekon iddianamelerine de giren not defterine karaladıklarını iki gün önce Ümit Kıvanç yazdı ve hatırlattı. Olaylar başlamadan önce “makbul zenginlerin” şehirden çıkmalarının ve peşi sıra vuku bulan kanlı hadiselerin, kendiliğinden olmayan, bizzat planlanan şeyler olduğunu görüyoruz. Devlet adına yapılan bu provokasyonun maksadı, yine devletin bekası(!)…
Bu arada; son günlerde ilginç bir hadise yaşandı. İzmir’de yaşayan üniversite öğrencisi Elif Yerlikaya’nın sosyal medya hesabında paylaştığı bilet fotoğrafının üzerine yazdığı “Hoççağalın ben gidiyom” yazısı soruşturma konusu olmuş. Hiçbir seçim başarısı olmayan ve siyasi mevcudiyetini Ulu’l emre itaat ülküsü ile reisine olan sadakatine borçlu olan son başbakan Binali Bey’in bir okul ziyaretinde tahtaya yazdıklarını istihza ettiği gerekçesiyle Türk Ceza Kanunu 301 ve 216’ıncı maddeleri olan “Türkiye Cumhuriyeti Devletini, kurum ve organlarını alenen aşağılama” ve “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” iddiasıyla soruşturma açılmış. Kızcağızın ifadesine bakılırsa okuluna ve evine polis gönderilerek de taciz edilmiş. Bu davanın sebebini de varın siz tahmin edin.