Aytuna Tosunoglu
“SOSYAL AĞRI”
Birbirimize sarılamadığımız bir yılı geride bıraktık. Pandemiyi ciddiye alanlarımız, halihazırdaki “önlemsi” önlemlerle bu salgını atlatamayacağımızı bilenlerimiz, acaba komşumuza, dostlarımıza, evlatlarımıza, ebeveynlerimize sarılamadan yaşamayı öğrenebilecek miyiz? Tam da bu konu üzerine düşünürken karşıma İleri Haber platformunda yayımlanan Çiğdem Gelegen’in, “Yalnızlık ve Sosyal Ağrı” isimli makalesi çıktı. Gelegen’in yazdıklarından anladıklarımı ve yorumlarımı paylaşmak istiyorum.
Küresel salgının insan psikolojisine etkisi hakkında bir yerlerde bilimsel araştırmalar yapılıyordur. Örneklem alanı geliştikçe, modellemeler arttıkça bizim gibi işi anlamak olanlar sonuçlanmış araştırmalar hakkında okuma yapma olanağı bulacağız. Şimdilik daha önce yapılmış çalışmalardan elde edilenleri kullanmamızda bir sakınca yok. Gelegen’in yazısında andığı ve bireylere uygulanan iki testten bahsetmek istiyorum. Çalışma 2011 yılına ait ve sonuçları zamanında PNAS dergisinde (Proceedings of the National Academy of Sciences) yayınlanmış. İlk test şöyle gerçekleşiyor: Kişiye daha önce ilişkide olduğu ancak sonrasında ilişkinin bitmesiyle bir nevi kayıp yaşadıkları kişinin fotoğrafı gösteriliyor ve ne hissettiği bildirmesi isteniyor. İkinci testte yine aynı kişiye fiziksel ağrıya neden olacak derece sıcak ısı uyarımı veriliyor ve hissettikleri ağrının düzeyini bildirmeleri isteniyor. İki test sürecinde kişinin beyin aktiviteleri işlevsel manyetik rezonans görüntüleme yani bir tür “Emar”la, görüntüleniyor. Ortaya çıkan sonuç oldukça dikkat çekici. Bir ilişkinin kaybıyla yüksek düzeyde sıcak uyarıma karşı verilen yanıtların ikisi de beyinde aynı noktaları harekete geçiriyor. Bir diğer söylemle, “fiziksel ağrıyla sevilen bir kişinin kaybına karşı gelişen sosyal ağrı ortak beyin bölgelerini aktive ediyor”. Ruhen ve bedenen aynı acı, aynı kalp ağrısı…
Sarılamadığımız dost omuzları, kokusunu alamadığımız kardeşlerimiz, el temaslarımız, yanaktan yanağa geçen özlem söndürücü öpücükler, duygudaşlık veren yakınlıklar olmadan ne kadar yaşarız? Hayatta kalır mıyız, onlar olmadan? Üstelik her tarafımız öldürücü de olabilen bir virüsle çevriliyken… Hastaneler bir lokma oksijen alabilmek için kalıp gibi yatan hastalarla dolu. “Şimdilik” hasta olmayan bizler de bir nefes dost kokusu, bir kardeş omuzu için ağrılar içindeyiz. Üstelik parasız, pulsuz…
Bu yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadıklarımız bizden sonra gelecek olanlara bir şeyler ifade edecektir. Sanal ortam buluşmalarının birbirimizden uzaklaşmamız anlamına geldiğini onlar bilecekler. Biz geçiş dönemindeyiz ve farkında değiliz.
Çiğdem Gelegen, hayatta kalma içgüdümüzün bizi inadına direnmeye yönelttiğini söylüyor. Doğru söylüyor. Teslim olmak yok. Kalbimize bıçak gibi inen ağrılara rağmen yola devam. Tahta masalarda bir parça peynir, biraz meyve, bol dost kahkahasıyla, biraz gözyaşıyla dolu kadehleri havaya kaldırıp “Hayata!” diyeceğimiz günler gelir. Kırılıp dökülmemize rağmen hep öyle oldu. Dolayısıyla, başta sorduğum sorunun cevabı, sarılmadan yaşamayı öğrenmeyeceğiz. Önce büyük virüsü defedeceğiz sonra bilimsel aklın birikimiyle virüsü kontrol altına alacağız sonra da temizleyeceğiz.
Gelegen’in makalesini de okumak isterseniz şuraya uzantısını bırakıyorum: