Boray Acar
Ritmik zıplayan gazeteci yetiştirmek…
Türkiye’de değişim ve yenilenme vaat eden çoğu girişim, çağı yakalayamamış olmanın bir dışavurumudur bana kalırsa. Konu ne olursa olsun, göz kamaştıran törenler ile açıklanan paketleri de bu bağlamda değerlendiriyorum. Yönetenler değiştiğinde belki normal karşılanabilir. Ancak senelerdir aynı seslerin tınısı ile paslanmış ise kulaklarınız, bozulan sesleri akort etmek dışında bir mânâsı yoktur yapılacağı söylenenlerin. Tabii, yaşadıklarını ve duyduklarını anlamlandırma yetisine sahip olanlar için bu söylediklerim…
Tayyip Erdoğan’ın “Yargı Reformu Strateji Belgesi” başlığı altında anlattıklarını da bu perspektiften bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, ifade özgürlüğünün güçlendirilmesi ve daha ileriye taşınması, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının güvence altına alınması, adil yargılama hakkının temini gibi demokratik hukuk ilkelerine aklı başında kimsenin itiraz etmesi beklenemez. Fakat itiraz etmemek, 20 senelik iktidar pratiği göz önünde bulundurulduğunda, uygulamada bu ilkelere ne kadar bağlı kalınacağından şüphe duymamıza da engel değil.
Nitekim toplantının hemen sonrasında yaşananlar, çok da ümitvar olmamak gerektiğini gösteriyor. İstanbul’da, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’ne katılan çok sayıda kadın, Cumhurbaşkanı’nın adını üstelik (!) “ritmik olarak zıplayarak” andıkları için evlerinden gözaltına alındı… İhbar üstüne CHP Hazro İl Başkanı Turgut İncel’in evi, - arama izni olmaksızın - özel harekâtçılar tarafından kapısı koçbaşı ile kırılmak suretiyle basıldı. İçişleri Bakanı, olayla ilgili tahkikat başlatılacağını söyleyerek Turgut İncel’den helâllik istedi. Fazlasını merak eden ve öğrenmek isteyen yurttaşlarımız, haftanın panoramasını, tarafsız haber sitelerinden izleyebilecekleri gibi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın “Günlük İnsan Hakları” raporunu okuyarak da meraklarını giderebilirler.
Yaşanan hak ihlallerinin ortak noktası; muhalif görüş sahibi insanların, siyasi nedenler ile uğradıkları acımasız muamele. Ve bundan nasibini en fazla alan meslek sahipleri ise bağımsız ve özgür haberin kaynağı olma gayreti taşıyan gazeteciler oluyor. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) raporuna göre Türkiye, cezaevlerinde bulunan en az 67 gazeteci ile dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi durumunda. Türkiye’den sonra karnesi en kötü ülke, 23 gazeteci ile anti-demokratik Çin Halk Cumhuriyeti. Gerisini artık siz düşünün.
Gazetecilerin maruz kaldığı şiddet, haksız gözaltılar, tutukluluk hâlleri veya mahkûmiyetlerden ibaret değil. Son dönemde gazeteciler ve muhalif siyasiler üstünde yoğunlaşan saldırılara bir yenisi daha eklendi. Gazeteci Levent Gültekin, MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in gıyabında söyledikleri nedeniyle (farklı bir ihtimal var ise ben haberdar değilim) 25 kişilik bir grubun saldırısına uğrayarak darp edildi. Gültekin’in “milliyetçilik” üstünden yaptığı Türkeş eleştirisi gayet normal bir fikir beyanıydı. Küfür ve hakaret içermiyordu. Ayrıca, Türkiye’de yaşayan her iki insandan birisinin de “benim fikrim” diyerek benimseyebileceği türde düşüncelerdi. Buna karşılık MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, Gültekin’i hedef alan, suça teşvik eden ve hakaret içeren açıklamalar yapmasına rağmen iktidar kanadından ciddiye alınabilecek bir tepki gösterildiğini duymadık. Olay, İstanbul’un en kalabalık meydanlarından biri olan Bakırköy Meydanı’nda vuku bulmasına rağmen saldırganlar olay gününden 7 gün sonra da olsa yakalanamadılar. Bu kadar merkezi bir yerde, “Kameralı Güvenlik Sistemi” saldırganların tespit edilmesi için yeterli değilse vay hâlimize…
Devlet Bahçeli ise konuya atfen yabancı ve yozlaşmış ideolojilere (ne demekse) saplanmış gazeteci ve yorumculara karşılık, milli ve şuurlu vatansever gençleri “iletişim fakültelerini” tercih etmeye davet etti. Bunu, nitelik veya nicelik olarak yetersizliğin ikrarı olarak okuyabileceğimiz gibi, “ritmik zıplayan gazeteci” yetiştirme stratejisi olarak da değerlendirmek mümkün.
Gazetecinin “milli” olmasından daha önemli olan şey, doğru haberi dolaysız olarak toplumla buluşturmasıdır. Hukuk devletinde, buradan doğacak bir güvenlik riskinin kararını verecek olan da kendini devletin sahibi zanneden siyasetçiler değil, bağımsız yargı organlarıdır. Siyasi iktidar, iktidarda kalmanın can suyunu hukukun üstünlüğüne tercih ettiği müddetçe, açıklanan reform paketlerinin yerel ve evrensel ölçekte ciddiye alınabilir bir tarafı olmayacaktır.