Aytuna Tosunoglu
RASTGELELİK
İnsan davranışını şekillendiren iki temel faktör var. Genler ve çevre. Gen, insanın fiziksel ve zihinsel özelliklerini, çevre de insanın dünya görüşünü yaratır.
Ancak yaşamının kişiye ne getireceği rastgeledir.
Bir ortak görüş olarak rastgelenin ne olduğunu anlatmaya çalışsak, olaylarda belirgin bir örüntü yani patern eksikliği deriz. Bir öngörülebilirlik eksikliğidir diye de ekleriz. Rastgele olaylar, semboller veya adımlar dizisi genellikle bir sıraya sahip değil. Anlaşılabilir bir kombinasyonu veya modeli takip etmez. Bireysel rastgele olaylar tanım olarak tahmin edilemez. Ancak çoğu zaman bir olasılık dağılımını takip ettiklerinden, çok sayıda olay (ya da deney) üzerindeki farklı sonuçların sıklığı tahmin edilebilirdir.
Jackson Pollock’un tablolarına bakarken bunları düşündüm. Ve onun hayatını…
1912 doğumlu, Amerikalı bir ressamdı ve soyut dışavurumcu hareketin önemli bir figürüydü. Münzeviydi. Yalnız olmasına rağmen tablolarında hareket, canlılık ve akış görürsünüz. Tabi ki bir tekniği var, Pollock’un. Ama onun elinde nasıl bir fırça ve boyadır ki rastgeledir. Mesela, alkolik ve ağzı bozuk bir babanın oğlu olduğu için mi öngörülebilirliği kırmıştır? Babası, Pollock henüz sekiz yaşındayken evi terk eder. Ağabeyi (Charles) evin reisi rolünü üstlenir. İkisi de sanat eğitimi alır. Pollock, Amerika’nın büyük buhran yıllarında yaşadığı için hep işsiz, hep parasız. Ama bir ara belediyenin bayındırlık işlerinde bir projede duvar sanatçısı olarak çalışıyor. Proje bitince yine parasız. Yaptığı resimlerden doğru düzgün kazancı yok. İlerideki yıllarında, o da sadece tek defa, iki tablosu için on bin dolar kazanmış. Sonra yine geçim zorluğu içinde… Ekonomik kriz yıllarında manavdan yiyecek çalmışlığı var. Hatta benzin çalmaya bile kalkışmış. Babası öldüğünde Pollock New York’ta ve yol parası olmadığı için cenazesine gidemiyor. Bir yaz mevsimini odunculuk yaparak, bir kışı ilkokulda hademe olarak çalışarak geçiriyor.
Derken bir gün, bir tablosunu o zaman adı “Museum of Non-Objective Painting” olan (sonraki yıllarda meşhur Guggenheim oldu) yerde sergileme imkânı bulur. Ne olursa ondan sonra olur. Serginin üçüncü gününde Peggy Guggenheim sergiyi gezmeye gelir. Tesadüfen Pollock’la karşılaşır ve orada tanışırlar. Pollock’un hayatı o andan itibaren değişir. Peggy sayesinde Life Magazine’de bir röportajı yayınlanır. Derginin kapağına Pollock’u bir tablosuyla koyarlar. Bir gecede ünlü olur. Ancak, bu ün çabuk söner. Çünkü Pollock bu ünün getirdiklerini kaldıramaz. İçine kapanır, sosyal hayattan çekilir ve aşırı alkol tüketmeye başlar. Tablolarındaki renkler eski canlılığını yitirir; siyahlar, koyu sarılar, griler hüküm sürer artık. Rastgelelik tabloları içindeki canlı renkler gidince koleksiyoncuların ilgisini çekmez olur.
Pollock’un alkolizme yatkınlığı onu birkaç defa hastanelik eder. İçki içince sinir krizleri yaşar, içmezse yoksunluk krizleri… Bir kliniğe tedavi için kendi isteğiyle yatınca doktoru, Karl Jung’un teorisi olan gizli sembolizm kavramında tablolar yapmasını ister. Böylelikle bilinçaltında yer alanları ifade etme imkânı doğabilir mi, diye. Tedavi biter, eve döner, Pollock. Bir zaman içkisiz yaşasa bile sonra hep yenik düşüp içmeye başlar. Şöhretin getirdiği baskı ve kendine olan güvensizliğini her defasında içkiyle kırmaya çalışır. Sonra da tıpkı babası gibi ağzı bozuk, saldırgan birine dönüşür. Süreçte Lee Krasner’le evliliği ite kaka devam eder ama Pollock karısına hiç sadık kalmaz. 1956 yılının Ağustos ayında bir gün, karısı seyahatteyken, eve metresi Ruth ve Ruth’un bir kız arkadaşını davet eder. Beraber evde içerler. Bir süre sonra Pollock, “Hadi, çalışma stüdyoma gidelim”, der. Direksiyona Pollock geçer. Stüdyoya bir kilometre kala, virajlı yolda aşırı hızdan kaza yaparlar. Pollock (ve Ruth’un arkadaşı) oracıkta ölür. Öldüğünde kırk dört yaşında. Bugün bir tablosu yüz kırk milyon dolar… Gerçek şöhret insan öldükten sonra gelendir, diye bir söz var.
Hayatın rastgeleliğine açık bir haftasonu dilerim. Tereddüt anlarımız bol olsun ki seçim yapabilelim. Ayrıca her seçimde kendimizi yeniden keşfettiğimizi hatırlayalım. Sartre’ın da kulağı çınlasın, Pollock’un da.