Esin Sungur
Pestisit kalıntıları da açıklanmalı
Son yıllarda sizin de sorun çözmek değil, sorun yaratmak ve büyütmek odaklı bir sistemde yaşadığınızı iliklerinize kadar hissettiğiniz anlar giderek arttı mı? Sorunlarımız büyüyor, zamanında çözme adımları atılmadıkça da devasa, içinden çıkılmaz bir hale geliyor. İklim, tarım, gıda güvenliği ise böyle hissettiren konuların başında geliyor. Gerek küresel ölçekte gerekse ülkemizde giderek daha kısa vadeye odaklanan bir zihniyet geliştiğinden olsa gerek, olaylara ve sorunlara “Günü kurtaralım gerisi tufan” anlayışıyla yaklaşıyoruz.
PESTİSİT HABERLERİ
Geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme gelen gıdalardaki pestisit kalıntıları haberleri bunu düşündürdü çünkü daha Mart, Nisan aylarında bu konu yeniden alevlenmiş, gündeme gelmiş ve her zamanki gibi havanda su dövülerek kenara konulmuştu.
Neydi konu hatıralyalım; Avrupa Birliği’nin “Gıda ve Yem için Hızlı Uyarı Sistemi” (RASFF – Rapid Alert System for Food and Feed) verilerine göre 2024 yılının Şubat ayında Türkiye’den Avrupa ülkelerine ihraç edilen 34 üründe yüksek miktarda yasaklı madde kullanıldığı bilgisi vardı ve 18 ürünümüz AB sınırlarından geri dönmüştü. İhraç ettiğimiz gıda ürünlerinde; mitotoksinlerden biri olan aflotoksin oranlarının yüksekliği, küf ve bakteri yoğunluğu, siyanürden salmonellaya farklı zararlı maddeler, pestisitler bulunmuştu.
O zaman bu konuya değinen yazımızı şöyle bitirmiştik;
“Avrupa Birliği’nin 1979 yılından bu yana yürürlükte olan ve gıda güvenliği gibi son derece önemli bir konuda koruma görevi yapan RASFF sistemi sayesinde bu bilgilere erişebiliyoruz. Sistem son on yıldır tüketicilere de açık. İyi ki de erişebiliyoruz zira en azından; katı koşullara bağlı olan ihracat ürünlerinde bile böylesi olumsuzluklar ortaya çıkıyorsa, yurt içine verilen benzeri ürünlerde acaba ne yiyoruz diye sorgulama imkanı buluyoruz.”
PEKİ, ÜLKEMİZDE NELER OLUYOR?
Evet; ihraç ettiğimiz ve geri dönün ürünlerdeki sorunları RASFF sayesinde öğrenebiliyoruz ama kendi ülkemizde neler oluyor, haberimiz yok.
O nedenle Greenpeace’in başını çektiği “gıdalardaki pestisit analizlerinin açıklanması” çağrısı önemli ve yerinde bir çağrı.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bir süredir yayımlanmayan taklit-tağşiş listelerini anlık olarak yeniden paylaşmaya başlaması ve bu yerinde adımla konunun kamuoyunda şeffaf bir şekilde tartışılmaya başlanmasının ardından, yine halk sağlığını, hem de sinsice bir biçimde etkileyen sebze, meyve, yemişlerdeki pestisit analizlerinin de yayınlanması tarımdaki bu kanayan yaranın gündeme gelip tartışmaya açılması açısından yararlı olacak.
Sağlıklı, temiz, leziz gıda ancak sağlıklı, temiz topraktan ve tarımdan geçiyor, unutmayalım.
Gelecek önümüzde değil, burada, bir tohum şeklindedir
Siz de benim gibi doğayı, ormanları, bahçeleri, bitkileri anlatan kitapları sevenlerdenseniz Karel Çapek’in kaleme aldığı, seneler önce Altı KırkBeş Yayınları’ndan çıkmış olan “Bahçıvanın Bir Yılı” kitabını edinmenizi ve Kasım ayı bölümünü okumanızı önereceğim.
Bunaltıcı olayların içinde doğaya dönüp toprakla, bitkilerinizle baş başa kalmak, onların doğalarının gereği olan hayata tutunma azmini sakinlik içinde izlemek en güzel meditasyondan bile sağaltıcı…
Bakın Çek yazar, kış aylarının iyiden iyiye kendini hissettirdiği bu mevsimde tohumları izledikçe neler yazıyor;
“… Sonbaharda yaprakların düştüğünü inkar edecek değilim; ben sadece daha derin bir açıdan bakalım ve aslında yaprakların tohumlanmak için düştüğünü görelim diyorum. Yapraklar kış geleceği için düşer ama aynı zamanda bahar geleceği için düşerler, yeni tohumlar hayat bulduğu için, şimdilik baget kadar ince ama bahar geldiğinde çatlayıp büyüyecek olan tohumlar. Ağaçların ve çalıların sonbaharda çıplak görünmesi sadece optik bir yanılsamadır; onlar sadece ilkbaharda ortaya çıkacak diğer şeylerin içine dağılmışlardır. Çiçeklerimin sonbaharda ölmesi sadece optik bir yanılsama çünkü aslında onlar şu an doğuyorlar. Bizler Doğa dinleniyor diyoruz, oysa o deli gibi çalışıyor (…) Gelecek önümüzde değildir, o burada, bir tohum şeklindedir. O zaten bizimle birliktedir ve şu anda bizimle birlikte olmayan şey gelecekte de olmayacaktır (…) Keşke yaşlı, tortulaşmış toprağı delmeye çalışan kaç tane tombul ve beyaz filiz olduğunu görebilseydik, şimdi denilen şu zamanda kaç tane tohumun gizlice filizlendiğini; yaşlı bitkilerin bir araya gelip bir gün çiçek veren bir hayata dönüşecek olan tohumu nasıl beslediğini – geleceğin gizli bir telaşla içimizde nasıl beklediğini, işte o zaman melankolimizin ve güvensizliğimizin aptalca ve absürt olduğunu söylerdik, ve her şeyin en güzelinin yaşayan bir insan olabilmek olduğunu – ve bunun aslında büyümek olduğunu.”
Cumhuriyet’in Çiftliği
Bu Pazar yazısı 10 Kasım’a denk gelince Atatürk’ümüzü anmamak olmaz… Bu kadar büyük doğa kıyımlarının yaşandığı böyle bir çağda, Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’ni 1925 yılında, yani Cumhuriyet’in kuruluşundan sadece 2 yıl sonra nasıl kurmaya başladığının, yüz yıl önce doğaya nasıl kıymet verdiğinin hikayesi mutlaka bilinmeli, öğretilmeli.
Çorak, bataklık, Ankara’nın sıtma yuvası denilen binlerce dönümlük bir araziyi “Bunu biz ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecek?” diyerek ele almış, arazinin parasını cebinden ödemiş ve hemen ağaçlandırmaya girişmiş. İpek Çalışlar’ın “Mustafa Kemal Atatürk, Mücadelesi ve Özel Hayatı” kitabından öğreniyoruz ki, 10 bin hektarlık alana sekiz ay içinde yüz bin fidan diktirmiş.
Bu sayı 1926’da 150 bine ulaşmıştı ve ağaçların bir kısmı da meyve ağaçlarıydı. Türkiye’nin her köşesinden getirilen; Giresun’dan fındık, Eskişehir’den kayısı, İstanbul’dan dut, ayva, şeftali, ahududu, ağaç çileği, Konya Ereğli’den beyaz ve pembe vişne… Beş bin meyve fidanının yanı sıra fasulye, bamya, bezelye, enginar, kuşkonmaz ektirmiş, binlerce koyun almış ve çiftlikte süthane ile buzhane kurdurmuştu.
Ülkeye dair her şeyi aynı anda düşünen, bir ülkenin kaderini değiştiren devrimleri planlarken toprağı, doğayı, tarımı asla es geçmeyen Atamız, çok sevdiği çiftliğe gelirken gördüğü küçük bir söğüt ormanını çok sevmiş. Burada ağaçlar kesilmeden, taşınarak minik bir kulübe için yer açılmasına razı olmuş ve fırsat buldukça da bu kulübeye gidermiş.
İpek Çalışlar’ın kitabından öğreniyoruz ki, yakın komşusu da Şevket Süreyya imiş ve Gazi’nin kullanmadığı günlerde gidip onun çardağında otururmuş. Gelenler olduğunu duyunca da kendi kulübesine geçermiş. Bundan sonrasını “Suyu Arayan Adam” kitabında anlatıyor, bu güzel imge hepimizin belleğinde yer etsin…
“Bir gün gene kafile göründü. Ben gene kendi kulübeme çekildim. Bir müddet geçti. Güneş vahanın batı çevresini teşkil eden alçak sırtlar üzerine iniyordu. Tam o sırada birinin, vahanın son yeşillik sınırlarından çıkarak, üzerinde güneşin son ışıkları kaynaşan batı sırtına doğru ilerlemeye başladığını gördüm, oydu, yalnızdı. Arkasından onu takibeden köpeği, etrafında geniş kıvrımlar yaparak dolaşıyor, bazen ona yaklaşıyor, bazen uzaklaşıyordu. Yavaş adımlarla güneşin nerede ise ateş tekerleğini toprağa değdirecek gibi göründüğü çıplak sırta doğru yürüyordu…”