Boray Acar
Nefes Alamıyoruz…
AKP’nin Türkiye’de siyaset arenasına çıktığı dönemlerde toplum genelinde kaygı uyandıran şey, İslam’ı referans alan kurucu kadronun toplumdaki farklılıklara tahammülsüz yaklaşması ve yaşam stillerine müdahale etmesi olasılığı idi. Kendileri de bu huzursuzluğu giderebilmek adına ciddi bir çaba sarf ettiler ve “ılımlılık” şemsiyesi altında aydınları da kapsayan bir çok sesliliği yanlarına almayı başardılar. Yirmi yılda köprünün altından çok sular aktı, rejimi değiştirecek bir güce ulaşmaları ile de “asıllarına rücu ettiklerini” görüyoruz. Bu değişimde, kendilerini kandırılmış hisseden ve aynı yanlışa bir kere daha düşmeyeceklerinden emin oldukları toplum kesiminden vazgeçerek, kendi deyimleri ile “milli ve dindar” olan tabanlarını konsolide etme ve kaybetmeme gayretinin de büyük etkisi var.
Geçtiğimiz hafta LGBTİ Onur Haftası kapsamında düzenlenen LGBTİ Onur Yürüyüşü ve yapılması planlanan diğer etkinlikler resmi kurumlarca alınan kararlar doğrultusunda yasaklandı. Buna rağmen toplanan katılımcılar güvenlik güçlerinin basına da yansıyan çok sert müdahaleleri ile karşılaştılar. Yürüyüşü görüntüleyen Fransız Haber Ajansı AFP’nin muhabiri Bülent Kılıç’ın boynuna diz ile basılarak etkisiz hâle getirilmeye çalışılması ve gazetecinin “Nefes alamıyorum!” feryatları “George Floyd” olayını hatırlamamıza sebep oldu. Şükredelim ki, sonu aynı olmadı ve dünya nezdinde ABD’nin yaşadığı veya yaşamadığı (!) utançtan ve kolektif vicdan azabından kurtulduk. Onur Yürüyüşü Etkinliğinin yasaklanma gerekçesi olarak yapılan resmi açıklama şöyle:
“Gerçekleştirilmek istenen etkinliklere devletin ilkesi ve bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzene, genel sağlığa ve ahlaka aykırı olabileceği ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla ve Covid–19 tedbirleri kapsamında izin verilmeyecektir.”
Alınan karara istinaden yapılan açıklamanın samimi olmadığı aşikâr. Hatta barışçıl eyleme ve toplanmaya müsaade edilmeyerek de anayasal hakların ihlal edildiği ortada. Tek haklı gerekçe olabilecek “salgın dönemi şartlarında toplu eylemin sakıncalı olabileceği” ihtimalini de salgının pik yaptığı dönemde lebalep kongrelere ses çıkaramayan kurumların tutumları ile bağdaştıramadığımız için eleyebiliriz. İşin esası; ülkede, Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkacak bir çift sözü bekleyen ve kanuni rabıta aramaksızın harekete geçmek üzere teyakkuzda olan kişiler ve kurumlar var. Bu etkinliklerde de, Tayyip Erdoğan’ın popülist politik saiklerle ettiği bir takım sözleri emir telakki eden bu, “Yeni Türkiye Anlayışı”nın devreye girdiğini görüyoruz.
Yaşadığımız çağ itibariyle LGBTİ bireylerin varlığını inkâr etmenin veya bu realiteyi “sapkınlıkla” açıklamaya çalışmanın yaratacağı tahribatı göz ardı edemeyiz. Düzenlenen etkinliklerin toplum psikolojisine etkisini ve içtimai boyutunu değerlendirebilecek fikri altyapının olmaması da kafa karışıklığına sebep oluyor. Görünen o ki bu konuda kafası karışık olan sadece toplum değil. 2002 seçimlerinden önce “eşcinsellerin yasal güvence altına alınması” gerektiğini ifade eden AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, bugün eşcinsellerin varlığını, “LGBT, yok böyle bir şey, bu ülke millidir” diyerek inkâr ettiğini görüyoruz. Yirmi sene önce fikirlerinin yeni yeni olgunlaştığını ve zaman içinde radikal bir dönüşüme uğradığını düşünen olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla, adına “takiye” denen ve alıştığımız manevralarından birisini yaptığını düşünmemiz için de bir engel kalmamış oluyor. Ayrıca bu yaşamsal tercihin “milli” ruhumuz veya tarihi değerlerimiz ile olan bağını veya çelişkisini ne kadar düşündüysem de çözemedim. Cumhuriyet ile vücut bulmuş değerler sistemi ile aralarının pek de hoş olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla Cumhuriyet dönemini kast ediyor olamazlar. Eğer, kökeni Osmanlı Devleti’ne dayanan bir gelenekler dizgesine atıfla bu sözleri ediyorlarsa, Osmanlı Tarihini bir kere daha dikkatle incelemelerini ve “Divan Edebiyatı”ndaki anlatılara da özellikle eğilmelerini tavsiye ediyorum.
Elbette kendileri de neyin ne olduğunu biliyorlar. Konuyu içi boş bir “milliliğe” dayandırarak da, rasyonel akıl ile üst perdeden yapılması olası eleştirilerin önüne geçiyorlar. Zira konuya alerjisi olan, hatta konuşulmasına dahi tahammülü olmayan seçmen kitlelerine bunu açıklayabilmeleri olası değil. Asıl kaygı verici olan ise yukarıda aktüel bağlamda ele alınan münferit hadiseler ile sınırlı kalmayan, tüm yaşam alanlarına yayılan bir baskıya maruz kalmak ve siyasi iktidarın taban hassasiyetlerine göre yönetiliyor olmak. Salgın bahanesi ile hafta sonlarında içki satışlarının yasaklanmasının, gece 00.00’dan sonra müzikli eğlenceye engel olunmasının yanı sıra İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinin arka planında da bu niyetin olduğu görünüyor. Yani bir kesimin farklılıklara yer olmayan manevi dünyalarının, diğer bir kesimin yaşam alanını daralttığı ve özgürlüklerine ket vurduğu artık gizlenemez bir gerçek. Gerçi son dönemde ortaya dökülen ve iktidar çevrelerindeki kirlenmişliğin kanıtı niteliğinde olan hadiselerin üstüne, siyasi iktidarın, en azından bir kesim için bile “maneviyatın güvencesi” olarak görülüp görülmediği de tartışılır.
Bu vakitten sonra iktidar sahiplerinin başa dönmelerini, en azından söylem itibariyle demokrasiye tutunmalarını ve tüm halk kitlelerini kucaklayan, özgürlükçü bir siyasi iletişim dilini benimsemelerini beklemiyoruz. Zira kendileri de, her koşulda destek gördükleri ve sosyal duyarlılığı zayıf olan toplum vasatı dışında, kandırılmaya teşne kimsenin kalmadığını anlamış olmalılar ki her geçen gün daha da sertleşmekte ve nefes aldırmamak için ellerindeki tüm imkanları kullanmakta beis görmüyorlar.