Boray Acar
Mutlu seneler Kavala…
Türkiye’de hukukun ve demokrasinin mutlak üstünlüğünden söz edebildiğimiz bir dönem olmadı. Fakat kuvvetler ayrılığı esasına dayalı rejimin az da olsa insanlara kendilerini güvende hissettirdiğini, siyasi otoritenin müstebit tutumundan koruduğunu ve siyasileri de kendilerine çeki düzen vermeye ittiğini söyleyebiliriz. Bu durum doğal olarak çok sesliliğe de zemin hazırlıyordu. Sınırları yasalar ile değil gayrinizami taktikler ile belirlenen “düzen”e uymayan siyasi iktidarlara ayar vermek kastı ile yapılanlar dışında darbeler ve muhtıralar da bu çok sesliliği ortadan kaldırmayı ve muhalif unsurları ezmeyi amaçlıyordu. Bu çalkantılı seyrin önüne geçmenin bir yolu olmalıydı. Sonunda, bir siyasi iktidarın, geniş bir tabana yayılan toplumsal destek ve ibresini kendi lehine bükmeyi başardığı sivil ve askeri vesayeti arkasına alarak rejimi değiştirmesi, militer ve paramiliter güçler eliyle zorla sağlanmaya çalışılan düzeni(!) hayatımızın gerçeği hâline getirdi.
Üstelik bunu sahteliği kısa sürede anlaşılacak olan demokrasi ve özgürlük söylemlerinin arkasına sığınarak, gözlerimizin içine baka baka yaptılar. Memleket aydınının önemli bir kısmını da ikna etmeyi başardıkları siyasi zeminde kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırdılar ve ülkeyi tek adam rejimine mahkûm ettiler. Uyduruk iddianameler ile bitmeyen yargılama süreçleri, uzun tutukluluk hâlleri, KHK ile işini kaybeden memur ve akademisyenlerin dramı, gerekçesiz ve haksız mahkûmiyetler, tek adam rejiminin ve siyasi otoritenin memuru hâline getirilmiş yargı kadrosunun marifetleri… Bugün içlerinden çıkan ve müesses nizam ile kurduğu aidiyet bağına yaslanarak daha düne kadar sağa sola tehditler savuran suç örgütü liderinin, çıkar dengelerinin değişmesi neticesinde aldığı yeni pozisyon ile faş ettiği pisliklere dokunmaktan imtina eden yargı mekanizması, hiçbir makul sebebi ve hukuki dayanağı olmaksızın Osman Kavala ve onun gibi çok sayıda insanı mahkûm ederek, siyasi otoriteye olan sadakatini ortaya koyuyor.
Evet; Osman Kavala geçtiğimiz pazar günü tutukluluğunun 1432’inci gününde 64’üncü yaşına cezaevinde girdi. İçinde olduğumuz siyasi dönemin bize ne yaptığını anlamak isteyen ve içinde biraz olsun vicdan kırıntısı olan herkesin “Kavala hakkındaki iddianame”yi okuması ve nasıl bir tehdit altında olduğumuzu anlaması gerekiyor. “Milletin orasına koyan”(!) iş adamı profilinin, siyasi iktidarın övünç kaynağı olan mega projelerin yapımcısı olarak hayatın merkezinde olduğu bir düzende, otorite ile bağ kurmayıp -hatta çelişip- muhalefet eden, siyasi tavır koymaktan çekinmeyen bir iş adamının, sırf “birileri öyle istiyor” diye ihanetle suçlanarak cezalandırıldığını görüyoruz. Velhasıl itaatsizlik başlı başına bir cezalandırma nedeni olabiliyor.
Bu zulmün ortakları da var. Nihat Genç sanırım iki yıl önce yazdığı bir yazıda Osman Kavala’ya ithafen, “Bırakın bu adamı, yaptıkları ettiklerinin hesabını mahkemede değil ‘entelektüel’ olarak tarihin önünde versin” diyerek hüküm veriyor. Alışılagelmiş “ulusalcı” refleksi. FETÖ’cü hâkimler ve savcılar eliyle yapılan hukuk katliamına isyan ederken, başka bir hukuk garabetini haklı gösterebilecek kadar şuursuzca edilmiş sözler. Bu konuda söylenenlerin ve yazılanların tamamında olduğu gibi bir tane haklı gerekçe ortaya koyamayan, okurken sıkılacak kadar uzun, keçiboynuzundaki bal kadar bilgi sızmayan bir dolu lakırdı. Kendisine dokunmayan kötülüğü, “böyle de olabilir” şeklinde hafife alabilecek bu anlayışın, ülkenin temel sorunlarının çözümünde bir katkısı olabilir mi? Veya siyaseten sıkıştığı her durumda lafı beka, vatan, millet edebiyatına getirerek grup toplantılarında nutuk atan politika tüccarlarından bir farkları olabilir mi?
Zıt kutuplarda olduğunu düşündüğümüz ve yukarıda tariflediğim “düzen”in belirlediği politik sınırlar içerisinde, düzeni sorgulayan muhalif unsurları karalamaya yönelik bir üslup tutturmak; suya sabuna dokunmadan yaşayabilmenin, zarar görmeden hayatta kalabilmenin, dilin inceliklerini kullanarak da iri laflar ediyor gibi görünebilmenin elverişli yöntemi… Dikkat edecek olursanız, iç politikasından dış politikasına kadar ciddiyet içeren her konuda, birbirlerinin aynısı şeyler söylediklerini ve derin bir mutabakat içinde olduklarını göreceksiniz. Son dönemde okuduğum, Gökçer Tahincioğlu tarafından derlenen ve sekiz yazar tarafından kaleme alınmış “Kayıp Adalet” isminde bir kitap var. Hülasa; hukuku, adaleti ve güvenliği tesis etmesi gereken kurumların ve kişilerin güç kullanarak ve yasaları hiçe sayarak neler yaptıkları anlatılıyor. Düzenin sınırları içerisinde kalmayı tercih etmiş olan bu insanların dilinden ve kaleminden bu içerik zenginliğine sahip bir şey duyabilmeniz ve okuyabilmeniz olası değil. Kürt sorunu, Kavala iddianamesi, Gezi Davası falan filan, müesses nizamı zorlayan hiçbir söylemin ve eylemin içerisinde olmamak gibi bir strateji ile hareket ettiklerini göreceksiniz.
Tekrar ediyorum; gündelik siyasetin kayıkçı kavgaları dışında, reisinden liyakatsiz rektörüne, milletvekilinden yazarına kadar tamamı, mutlak bir fikir birliği içerisindeler. Ülkenin Cumhurbaşkanı, Boğaziçi protestolarını hedef alan beyanatında, akademik varlığıyla onur duyduğumuz, eserlerine altı bine yakın atıfta bulunulmuş Prof. Dr. Ayşe Buğra’dan "Bu ülkede Soros'un adeta temsilcisi olan kişinin karısı da aynı şeklide Boğaziçi'nde provokatörlerin içerisinde yer alan bir kadındır" şeklinde bahsedebiliyor. Bu beyanatları “görev emri” olarak algılayan, siyasi baskı altındaki yargı mensuplarının aldıkları kararlar da, insanların hayatlarında belirleyici olabiliyor ve aralarına duvarlar örebiliyor.
Siyasi tarihimizi esas alarak söylüyorum; tarihin önünde hesap verecek olanlar bellidir. Bilakis tarih Osman Bey’e ve Ayşe Hanım’a haklarını teslim edecektir. Daha fazla ayrı kalmamalarını diliyor, Osman Bey’in doğum gününü kutluyorum.