Serap Durusoy
Müjdelere rağmen
Geçen haftaki yazımda ekonomi yönetiminin iyimserliğine değinmiştim. Yakın tarihli konuşmalardan verdiğim örneklerle yaşanılan sorunların nedeninin küresel arz şoklarına bağlandığına ve faiz indirilince enflasyon düşecek görüşündeki ısrarın sürdürüldüğüne vurgu yapmıştım. Sayın Cumhurbaşkanı bu pazartesi günü de kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada “Gelişmiş ülkelerin bile çaresiz kaldığı sınamaları Türkiye’nin en az kayıpla geride bıraktığı” yönünde bir değerlendirmede bulundu.
Eylül ayından beri ekonomik model değişikliği olduğu ileri sürülerek kur şoku ile cari fazla yaratma politikası benimsendi.
Yani büyüme önceliklendirildi.
Bu politikanın uzun vadede enflasyonu da önleyeceği, gerek PPK metinlerinde gerekse de Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Nebati’nin açıklamalarında sık sık vurgulandı. Faiz indirim kararlarının ardından TL’deki değer kaybının tarihi yüksek seviyeye ulaşması ve kurlardaki yükselişin önlenememesi büyüme modeli olarak ileri sürülen politikanın olumsuz etkileri görülmeye başlar başlamaz bu defa TL için değer kaybını önlemeyi amaçlayan yeni ekonomi önlemleri açıklandı ve dövize yönelik atağın önüne geçmek için oluşturulan yeni enstrümanlar hayata geçirildi. Öyle ki her yeni günü yeni enstrümanlar ve yeni müjdelerle karşılar olduk.
Ancak enflasyonu küresel bir sorun olarak değerlendiren ve yüzde 70’e ulaşan ülkemizin enflasyonunu yüzde 8’lerde seyreden ülkelerle eş tutan anlayış ve bunu para politikasını dışlayarak yapmaya çalışmanın başarı şansının olmadığı artık herkes tarafından bilinen bir gerçeklik.
Her ne kadar MB Başkanı Kavcıoğlu son açıkladığı enflasyon raporunda “Dünyada birkaç ülke dışında enflasyonun üzerinde faiz veren ülke yok. Bizim para politikası uygulamadığımız düşünülüyor. Oysaki faiz indirimi ve makro ihtiyati tedbirler de para politikası aracıdır” diyerek düşük faiz politikasına devam edileceğini ifade etse de yüksek enflasyonun alım gücünde günden güne yarattığı azalma ve beraberinde artan yoksulluk, enflasyonun en önemli yan etkisi olarak karşımıza çıkıyor.
Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı da “Alım gücündeki düşüşün farkındayız” açıklamasında bulundu ve dar gelirlilerin alım gücünün yükseltileceği değerlendirmesini yaptı.
Elbette ki yoksullaşmanın artmasında enflasyon kadar işsizlik de önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor.
Bu hafta açıklanan resmi verilere göre pandeminin ağır etkilerinin devam ettiği 2021 Nisan ayına oranla kayıtlı işsiz sayısının 673 bin kişi arttığı ve yıllık artış oranının yüzde 23 seviyesine ulaştığı görüldü. Mevsim etkilerinden arındırılmış atıl işgücü olarak tanımlanan gerçek işsizlik oranının ise yüzde 21.8 olduğu ve gerçek işsiz sayısının 8 milyona olduğu belirtildi.
İstihdamda artışın olmaması büyüme verisine de temkinli yaklaşılması gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü iyi bir büyümenin enflasyon yaratmayan ve istihdamı teşvik eden, refah artışını adil bir biçimde dağıtan, toplumsal işbirliği ve uyumu sağlayan özelliklerinin olması gerekiyor.
Aksi takdirde büyüme rakamı çift haneye dönse dahi hane halkı ekonomideki büyümeyi bütçesindeki gelirin düşüşü ve işsizliğin artışı şeklinde hissetmeye devam edecek.
Tüm bu rakamların ötesinde hane halkının hissettiği enflasyonun yüksekliği ve çevremizdeki pek çok insanın ama özellikle de gençlerin büyük bir çoğunluğunun “İş arıyorum” ya da “İşim yok” şikâyetleri dikkate alındığında enflasyon ve işsizlikte görülen yukarı yönlü ivme sorunların çözümünü güçleştirdiği gibi ekonomik sefalet endeksinin de yükselmesine yol açıyor.
Makro ekonomik performansın ölçülmesinde dikkate alınan ve önemli bir gösterge olan ekonomik sefalet endeksi, enflasyon ve işsizlik oranının toplamından oluşmakta. Endeks değerinin yükselmesi zaten iş bulmakta zorlananların daha yüksek enflasyona maruz kaldığı yani sefaletin arttığı anlamına geliyor.
Türkiye de sefalet endeksi 2001 krizinin etkilerinin hissedildiği 2002 yılındaki seviyenin çok üzerine çıktı.
Özellikle ücret güncellemelerinin enflasyonun altında kalması ve denenmekte olan politikanın bir sonucu olarak enflasyonun da sürekli yukarı yönlü ivme göstermesi, endeks seviyesinin yükselmesine neden oldu.
Elbette ki bu durumda ülke içi dinamikler kadar küresel gelişmelerin de etkisi göz ardı edilemez. Nitekim FED’in geçen haftaki faiz kararının ardından küresel çapta dolar endeksinin güçlenmesi büyümede öncü sektör olan sanayinin girdi yönünden dışa bağımlılığı dikkate alındığında kurlardaki yükseliş üretimde sürdürülebilirliği zorlaştırarak istihdamı da olumsuz yönde etkileyecektir.
Bu çerçevede bu hafta Fed yetkililerinden üst üste gelen açıklamalar da önemliydi.
Nitekim Fed’in Richmod Şubesi Başkanı Barkin’in enflasyonun önceliklendirildiği ve bu bağlamda ne gerekiyorsa yapılacağı değerlendirmesi, Cleveland Fed Başkanı Mester’in gelecek iki toplantıda 50’şer baz puanlık faiz artışını desteklediği ve yine New York Fed Başkanı Williams’ın iki toplantıda 50’şer baz puanlık faiz artışının temelde mantıklı göründüğü yönündeki açıklamaları dikkate alındığında, önümüzdeki günlerde ülkemizin daha sancılı bir sürece gireceği bilinen bir gerçeklik.
Ayrıca Biden’in enflasyonun yurt içindeki en önemli öncelikleri olduğu ve Fed’in enflasyonu kontrol etmek için işini yapacağı yönündeki açıklamaları da faiz artışlarının devam edeceğini gösteriyor. Nitekim dün ABD nisan ayı enflasyon verisinin yüzde 8,3 ile beklentilerin üzerinde gelmesi bu açıklamaların uygulamaya dönüşme olasılığını güçlendirdi.
Tüm bunlar yaşanırken cari fazla vererek enflasyonun önleneceği yönündeki denemenin ilk 5 ayda 39 milyar dolar cari açık yaratması ve doların kritik eşik olan 15 TL’yi geçmesi bunun bir ütopya olduğunu ve bu ısrarcı politikanın işe yaramadığını gösteriyor.
Bu bağlamda bir kez daha görülüyor ki fahiş fiyatların yapılan baskıcı politikalarla ve liralaşmanın da yasalarla önlenmeye çalışılmasından, KKM’den ve enflasyona endeksli tahvillerden, ucuz konut kredisi gibi geçici uygulamalardan ve müjdelerden vazgeçilip kalıcı çözümlere gidilmesi gerekmekte.