Eda Yılmayan
"Mesele teslim olmamakta"
15-16 Haziran işçi eylemlerinde asker olarak görev yapan Atilla Özsever, “İşçiler ilk defa sendikal hakları için mücadele ediyorlar. Sınıf bilincinin belli bir noktaya geldiğini gösterir. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç der ki 'Sosyal bilinçlenme ekonomik gelişmeyi aşmıştır.' Zaten arkasından da 12 Mart darbesi geldi” diyor.
“İlerleyen aydınlığın içindeyim / Ellerim iştahlı, dünya güzel. Gözlerim doyamıyor ağaçlara / Ağaçlar öyle ümitli, öyle yeşil. Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arkasından / Mahpushane revirinde penceredeyim. Duymuyorum ilaçların kokusunu /Bir yerlerde karanfiller açmış olacak. İşte böyle Laz İsmail /Mesele esir düşmekte değil / Teslim olmamakta bütün mesele!”
Bu dizeler Nâzım Hikmet’e ait. Mesele teslim olmamakta. Gazeteci Atilla Özsever, Nâzım’ın dizelerinden ilhamla anılarını kaleme almış ve kitabına ‘Mesele Teslim Olmamakta’ adını vermişti. Eğitimini subay olarak tamamlayan fakat siyasi görüşleri nedeniyle yargılanan, 12 Mart döneminde Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçen birçok aydından biri Özsever. Bir dönem sendika yöneticiliği de yapan gazeteci Çalışma Ekonomisi alanında doktora yaptı ve basının hal-i pür melalini öğrencileriyle paylaştı. İşçilerle eylemlerde omuz omuza veren, hak temelli gazetecilik yapan Atilla Özsever, Türkiye İşçi Hareketi’nin mihenk taşlarından biri olan 15-16 Haziran eylemlerinin de tanığı. O gün neler olduğunu yeniden hatırlamamızda fayda var. Bundan 53 yıl önce 15-16 Haziran 1970’te Türkiye’nin en büyük işçi eylemi gerçekleşti. Bu eylemin nedeni 1963 yılında yürürlüğe giren 274 ve 275 sayılı sendika ve toplu sözleşmelere ilişkin yasanın değiştirilme çabasıydı. Bu yasayla DİSK'i etkisizleştirmek ve işçilerin örgütlenmesinin önüne geçmek amaçlanıyordu. İşçiler İstanbul ve Kocaeli’de çalıştıkları fabrikalardan çıkarak şehir merkezlerine doğru yürüyüşe başladı. İstanbul’da Anadolu yakasında Ankara asfaltından Kartal- Kadıköy’e, Levent’teki fabrikalardan Şişli Taksim yönüne, Eyüp bölgesindeki işçiler ise Topkapı’ya doğru yürüdü. Bakırköy’deki fabrikalarından çıkan işçiler de Londra asfaltında bu yürüyüşe katıldı. 150 bine yakın işçi, hakları için sokaktaydı. Onları ne asker ne polis durdurabildi. Ardından hükümet sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. İşçilerin korkusundan patronlar ülke dışına kaçtı. Atilla Özsever ise bu eylemler sırasında kritik bir noktada; Kartal / Maltepe’de 2. Zırhlı Tugay’da teğmen olarak görevliydi. Komutasındaki bölüğe Kurbağalıdere Köprüsü’ne doğru ilerleyen işçileri durdurma görevi verildi. Özsever kitabında o günleri ayrıntılarıyla anlatıyor. Türkiye’de emek tarihinde önemli bir yeri olan 15-16 Haziran eylemleriyle ilgili Atilla Özsever’le buluştuk. Hem o günleri hem de yaşamı mücadeleyle geçmiş bir gazetecinin anılarını, seçim sonrası yaşanan hayal kırıklığıyla ilgili düşüncelerini konuştuk.
Kitabınızın adından başlayalım. Neden bu ismi seçtiniz? Anılarınızla nasıl bir bağlantısı var?
Nâzım’ın şiirini biliyordum ama yakın arkadaşım Hasan Tahsin Benli bu ismi bana önerdi. Hasan Tahsin sendikalarda çalışmış bir arkadaşım. Kitabıma editörlük yaptı ve ‘mesele teslim olmamakta’ isminin konulmasında onun etkisi oldu. Esas itibariyle bizim kuşakta burjuvaların söylediği şöyle bir söz vardır: 20 yaşına kadar komünist olmazsan aptalsın ama 30’undan sonra hâlâ komünistsen, sosyalistsen iki kat aptalsın denir. Sosyalizmi küçümseyen, insanların bu yoldan vazgeçmelerini isteyen bir söylem bu. Bizim kuşakta da vazgeçen insanlar oldu ama anılarımı yazarak dönmeyen insanlar da var demek istedim. 20 yaşında sosyalist oldum, 75 yaşındayım hâlâ sosyalistim.
Bir yazınızda “İnsanlık tarihi, devrimci mücadelenin uzun soluklu olduğunu gösteriyor. Emek eksenli bir mücadelede, sosyalist bir odağın inşasıyla birlikte geniş bir demokrasi cephesinin varlığı gerekli gözüküyor” diye yazıyorsunuz. Seçim sonrası karamsarlığa kapılan kitlelere emek mücadelesinden gelen, hak temelli gazetecilik yapan biri olarak ne söylemek istersiniz? Mesele teslim olmamakta mı?
Tarihe baktığımız zaman tarih hiçbir zaman doğru gitmiyor. İleri ve geri gidişler var. MÖ 73-71 yılında Roma’da Spartaküs isyan ediyor. Roma İmparatorluğu ile mücadelesinde Spartaküs yeniliyor ama aradan uzun yıllar geçiyor, Roma İmparatorluğu yıkılıyor. İnsanlık tarihinde geriye gidişler olabilir ama tarihin tekeri hep ileriye doğrudur. Umutsuzluğa düşmemek lazım. Anılarımda da yazıyorum bunu. 12 Mart’ta af kanunu çıkacaktı, o zaman CHP-MSP koalisyonu vardı. MSP’liler farklı davrandı. Biz 141’den, 142’den yargılanıyorduk. Hapishanede özgürlüğe kavuşma umuduyla uyuduk. O zaman 146. madde var. Anayasayı “tangır tungur etmek” diye bir ifade vardır. Bu yasayla banka soygunu, siyasi amaçla adam kaçırma gibi suçlarla ilgili bir af maddesi de geçti. 163.madde geçti. Bizler düşünce suçlusuyuz. Bu maddeler geçtiğine göre biz de özgür olacağız diye hayal kurup yattık. Sabah bir kalktık, 15 MSP’linin Adalet Partisi ve diğer muhaliflerle hareket edip 141 ve 142’nin af kapsamına girmesini engellediğini öğrendik. Tabi büyük bir şok yaşadık. Zaman zaman espriyle “Burjuvazinin affına mı kaldık” derdik ama özgür olmak bambaşka bir şey.
"50 sene geçti, hala mı bu noktadayız?"
Anılarınızı okurken darbelerle şekillenen Türk siyasal yaşamını, aydınların verdiği mücadeleyi, savrulmaları okuyoruz. Askeri eğitim alıyorsunuz, fikirleriniz nedeniyle yargılanıyorsunuz. Bu yargı süreci meslek yaşamınızda da farklı zamanlarda peşinizi bırakmıyor. Sendikalarda görev alıyorsunuz, eylemlerde işçilerle omuz omuza dayanışma gösteriyorsunuz. Bu alanda ödüller aldığınız haberleriniz, yazılarınız var. İnandıklarınızdan vazgeçmiyorsunuz. Bugünkü Türkiye’ye bakınca karamsarlığa kapıldığınız, “ne için mücadele vermiştik, ne olduk” dediğiniz oluyor mu?
Geçmiş dönemde yaşamadım ama şu içinde bulunduğumuz süreçte seçimin ardından ister istemez o kadar mücadele ettik ki, 50 sene geçti hâlâ mı bu noktadayız diye sorguluyorum. Kurtuluş Savaşı, Türk devrimi hangi koşullarda yapıldı bunu düşünmemiz lazım. 600 yıllık bir Osmanlı mirası var. O dönemde bir burjuva sınıfı yok. İngiliz, Fransız tarihine baktığımızda halkın katıldığı radikal devrimler oluyor. Aşağıdan yukarıya bir devrim süreci yaşanıyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları emperyalizme karşı toprak ağaları, tüccar ağalarıyla işbirliği yapmak zorunda kaldı. Asker, sivil bürokrasi tam anlamıyla bir sınıf olmadığı için hareketin gelişmesine ticaret burjuvazisi damga vurdu. Türkiye tarihinde aşağıdan yukarıya bir devrim süreci yaşanmadı. Devrimi yapanların şanssızlığı emperyalizm döneminde bir kurtuluş savaşı verildi. Böyle bir dönemde mücadele verilirken emekçi sınıfların öncülüğünde bir mücadele vermek gerekir.
Burjuvazi Fransa’da 1789’da kiliseye karşı aktif bir mücadele verdi. Laiklik batı ülkelerinde bir sınıf mücadelesi sonucunda oluştu. Kurtuluş Savaşı öncesinde batıdaki gibi bir mücadele yok. Osmanlı’nın getirdiği şeriatı özümsemiş, benimsemiş bir toplum var. Neden böyle bir hayal kırıklığı oluyor diye baktığımızda Türk toplumunun genetik yapısında dinsel ideolojinin egemenliği var. Ancak seçim sonuçlarından da görüldüğü gibi toplumun yarısı laik cephede duruyor. Onun üzerinde çalışmak lazım. Dikkatimi çeken şu oldu: İşçi sınıfının yoğun olduğu Kocaeli gibi yerlerde oylar ağırlıklı olarak AKP’deydi. Orada örgütlü olan sendikaların araştırma raporlarına baktığımızda milliyetçi ve muhafazakâr eğilimlerin fazla olduğunu görüyoruz. Bir sınıf bilincinden ziyade kendilerini muhafazakâr, milliyetçi olmakla ifade ediyorlar. Ama diğer taraftan işçi kesimi “Benim için daha iyi ücret sözleşmesi yapar” diye devrimci sendikacılara oy veriyor. Mevcut iktidarın ideolojik bombardımanı da bunda etkili. 70-80 dönemini yaşayan devrimciler olarak bir toplumdaki değişim için ideolojik ortam, demokratik ortam, sınıfların durumu da önemli. Şimdi ise tam aksine bir durum söz konusu. Macaristan, İtalya, Polonya’da da durum böyle. Her şeye rağmen tarihin tekerliğinin ileriye gittiğini bildiğimiz için umudumu koruduğumu söyleyebilirim. Demokrasi sadece sandıkla olacak iş değil zaten.
DİSK'e yüzde 33 barajı
15-16 Haziran İşçi Eylemleri’nde Kartal/Maltepe’de 2. Zırhlı Tugay’da görevlisiniz. Siz de bir asker olarak o eylemler sırasında ilk kez işçi sınıfı ile tanıştığınızı belirtiyorsunuz. Bu tanışma yaşamınızı nasıl etkiledi? O gün neler oldu?
O olay beni çok etkiledi. Şu anda bulunduğumuz yerde Tüccarbaşı’nda esasında İlhan Selçuk’ın adlandırmasıyla Ziverbey Köşkü olarak anılan yer Tüccarbaşı’ndadır. Esas adı Zihnipaşa Köşkü’dür. 12 Mart döneminde beni de sorguya aldılar, işkence gördüm. Bana 15-16 Haziran olaylarının beni nasıl etkilediğini sormuşlardı. Solcu olmamda, işçi sınıfını tanımamda, işçilerin hakları için nasıl mücadele ettiklerini bilfiil gördüm. Bizim elimizde silahlar vardı, asker olduğum için onların karşısında bir pozisyondaydım. Kurbağılıdere Köprüsü üzerindeydik. Manevra mermisi kullanmamı istediler. Bu mermi 50 metreye kadar kimseye zarar vermez ama sesin insanlar üzerinde büyük bir etkisi olabilirdi. Manevra mermisi kullanmayalım dedim. Askerleri kol kola geçirdim ama yüzlerce insan geliyordu. İşçiler Fenerbahçe Stadı’na kadar ilerlemişlerdi. Karşıdan yürüyen işçilerle birleşeceklerdi. Bize onları engelleme görevi verilmişti. Beyoğlu’ndan gelenler İstanbul Valiliği’ni işgal etmeye gidiyorlardı. Kocaeli, İzmit, Çayırova’dan gelenler vardı.
DİSK 1967’de kuruldu ve özel sektörde hemen örgütlendi. Kısa zamanda önemli bir güç haline geldi. O zaman sadece işçi eylemleri değil, öğrenci eylemleri de vardı. Türkiye’de 1961 Anayasası’nın getirdiği nisbi demokratik, özgürlükçü bir ortamda Amerika’ya karşı, 6. Filo’ya karşı eylemler yapılmıştı. Öyle bir ortamda işçi de hareketlendi. Bunun başını DİSK çekiyordu. O zaman iktidarda Adalet Partisi var, Demirel başbakan. Sermaye sınıfı bundan ürküyor. 1317 sayılı bir yasa çıkardılar. Bu yasayla sendikal örgütlenmeye karşı bir baraj getirdiler. Neydi bu baraj? Bir işçi sendikası bir iş yerinde örgütlenecekse en az yüzde 33 baraj yani işçilerin en az üçte birini kendi sendikasına üye yapması lazım. Ülke çapında bir konfederasyon olacaksa tüm işçilerin üçte birini örgütlemesi lazım. Demokratik ülkelerde böyle bir şey yok! 1926’da Mussolini döneminde yüzde 10’luk baraj getirilmiş ya da Brezilya’da böyle bir uygulama var. İşçi sınıfının örgütlenmesini engellemek için yapılan bir şey. Zamanın çalışma bakanı Adalet Partili Seyfi Öztürk TÜRK-İŞ’in Erzurum Kongresi’nde diyor ki “DİSK’in çanına ot tıkayacağız. Esas amaç DİSK’in örgütlenmesini engellemek. DİSK yöneticileri de bu çapta bir eylem olacağını tahmin etmiyordu. Fabrikaların işgal edileceğini, meydanların zapt edileceğini düşünmüyorlardı. DİSK Başkanı Kemal Türkler’in radyoda bir konuşması vardır. “Arkadaşlar demokratik hakkımızı kullanıyoruz, sağduyulu davranalım” der.
16 Haziran eylemlerinde işçiler ilk defa sendikal hakları için mücadele ediyorlar. Çok önemli bir şeydir. Sınıf bilincinin belli bir noktaya geldiğini gösterir. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç der ki “Sosyal bilinçlenme ekonomik gelişmeyi aşmıştır.” Zaten arkasından da 12 Mart darbesi geldi.
"Fiili mücadele önemli"
Bu eylemlerin Türkiye’de işçi sınıfı üzerinde, emek tarihinde nasıl bir etkisi oldu?
Bilsay Kuruç “Sosyal haklar bakımından işçi sınıfının batıda 200 yılda mücadelelerle elde ettiğini biz 20 yılda yapmaya çalıştık. Tabiki bu kolay değil” diyor. Sermaye sınıfı buna bir tepki gösterecekti. Nitekim sermaye sınıfı bunun intikamını aldı. Bu mücadelenin sonunda işçi sınıfının tepkisi hukuku etkiliyor. Anayasa Mahkemesi yasanın baraj sınırı getiren maddesini iptal ediyor. Fiili mücadele önemli. 12 Eylül’de sadece sendikalara değil siyasi partilere de yüzde 10 barajı getirdiler. 12 Eylül’le işçilerin birçok hakkı tasfiye ediliyor, DİSK kapatılıyor. Ücretler çok düşük, satın alma güçleri az, bunlar birikiyor. Bir birikim oluyor. 1989’da Özal başbakanken işçi sınıfı bahar eylemlerine başlıyor, tepkisini gösteriyor. 15-16 Haziran oldu kazanım elde ettiniz, sermaye sınıfı 12 Eylül’de geri aldı ama daha sonra bahar eylemi oluyor. Bu eylemler o dönem yerel seçimleri etkiledi. Sonrasında SHP birinci parti oldu.
Kitabınızda “Türkiye İşçi Partisi’nin meclise 15 milletvekili ile girmesi, öğrenci eylemleri, Amerikan 6. Filosu’na yapılan karşı eylemlerin ister sivil, ister asker olalım biz gençleri etkiliyordu” diye yazıyorsunuz. Daha sonraki dönemde Mehmet Ali Aybar’la tanışmanızı anlatıyorsunuz. Yeni TİP’le ilgili düşüncelerinizi sormak isterim. O dönemki TİP’le bugünkü TİP arasında benzerlikler kuruluyor. Siz buna katılır mısınız?
1965’lerin Türkiye İşçi Partisi’ni kuran 12 sendika var. Köken itibariyle o dönemki işçi partisi işçi sınıfına dayanarak ortaya çıkıyor. Türkiye’nin o koşullarında milli demokratik devrim ve sosyalist devrim tezleri var. İşçi Partisi de bunlara yoğunlaşıyor. Ancak işçi sınıfı o dönem önemli bir güç değil. Ordu darbe yapar, daha sonra da sosyalizmi inşa etmeye çalışırız deniliyor ama 15-16 Haziran eylemlerinde işçi sınıfı buna bir yanıt veriyor. Öğrenci hareketi de o dönem güçlü ama Türkiye İşçi Partisi bu hareketi dışlıyor. Mehmet Ali Aybar’a saygım sonsuz. Ama Amerika elçisi ODTÜ’yü ziyaret ediyor, arabasını yakıyor gençler. Aybar “Çocuklar arabayı yakmanıza gerek yoktu” diyor. O dönem Küba devrimi olmuş, Che Guevara’dan etkilenerek radikalleşiyorlar ve TİP’le bağlarını koparıyorlar. TİP örgütlenmesini işçi sınıfından çekiyor. Parlamentoda mücadeleyi benimseyen bir çizgiye geliyorlar. TİP, 15-16 Haziran eylemlerine sahip çıksaydı, gerçek anlamda bir işçi partisi olsaydı belki Türkiye’de işçi sınıfının ağırlığı artabilirdi.
Bugünkü TİP’e gelecek olursak Erkan Baş’ın da ifade ettiği gibi Gezi hareketinde beyaz yakalıların sempati duyduğu bir parti TİP. Kentlerde TİP’in oyları büyük ölçüde CHP’li seçmenden geldi. Partiye üye olan gençler partinin tarihiyle ilgili eğitimden geçirilmeliler. Mevcut TİP’in sendikalarla, işçi örgütleriyle, mavi yakalılarla bağı olmalı. Gerçek işçi partisi olması için işçi sınıfının yapısını kavraması gerekir diye düşünüyorum.
Can Atalay'la mektuplaşma
12 Mart’ta kardeşiniz Olcay Özsever de tutuklanıyor. Anneniz Münevver Ertin bir subay kızı. İki evladı hapiste olduğu için onu “12 Mart Anası” olarak tanırlarmış. Birkaç gün evvel Osman Kavala’nın bir mesajı yayınlandı. Kavala mesajında; “Annem 97 yaşında. Onu bir daha göremeyeceğimi düşünmek, çok hüzün verici…” demişti. Hapiste olan Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Tayfun Kahraman ve daha pek çok siyasi mahkûm için ne söylemek isterseniz?
O günkü koşullarda iki çocuğunun hapiste olması bir anne için çok üzücü. Annem Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde hasta bakıcı olarak görevliydi. Hem de bize moral vermeye çalışıyordu. Af çıkmadığında annem “Aslanlarım ben size ölünceye kadar bakarım” demişti. Osman Kavala’nın annesi 97 yaşında. Bu çok acı verici. Osman Kavala ile sermaye sınıfına da mesaj veriliyor. Nadire Mater arkadaşım, kızı içeride. Bazen içeridekiler dışarıdakilere güç veriyor derler.
Can Atalay’la tanışıklığım var. Can’ın babası Mustafa Atalay bizim kuşaktan. Can Atalay ‘Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci’ kitabımı okumuş hatta kitabımla ilgili Bianet’te bir yazı yazmış. Mektuplaştık Can’la. Nâzım Hikmet’in bir şiirini yazmıştım. Can da bana bir şiirle yanıt vermiş. Dayısı aracılığıyla mektubu bana ulaştı. Edip Cansever’den ben de bir şiirle lafın özünü söyleyen bir dizeyle bitirmek istiyorum demiş mektubunda. “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır.”