Boray Acar
Mehmet Akif’ten bugüne…
Muhsin Kızılkaya, keyifli edebiyat yazılarının sonuncusunda Mehmet Âkif ile Necip Fazıl’ı anlatıyor. Yazıdan aktarıyorum:
“Abdülhamit 2. Meşrutiyeti ilan ettiğinde Mehmet Akif şiddetli bir muhalifti. Hatta Sultan’ın yüzünü gördüğünde kusacak kadar ondan nefret ediyordu. Hep en yakın arkadaşı olarak kalmış Mithat Cemal Kuntay’ın anlattığına göre hayatında bir kez, o da Meşrutiyetin ilanından sonra Abdülhamit’le karşılaştı… İki arkadaş yolda yürüyordu. Reşit Paşa Türbesinin oralarda, açık bir arabada giden Sultan Abdülhamit aniden karşılarına çıktı. Akif, Sultan’ı görünce midesi bulandı, sapsarı kesildi, Mithat Cemal ‘Hasta mısın?’ diye sordu. ‘Boyalı sakallarıyla aniden karşıma çıkınca fena oldum’ cevabını verdi. O sırada ahali alkışlayarak arkasından koşuyordu Sultan’ın. Akif, Mithat Cemal’e ‘Aman yarabbi, 33 yıl oldu, hâlâ alkışlıyorlar’ dedi hayretle.”
Gerek yaşadığı dönemde gerekse ölümünden sonra, bir kısmı haklı olan şiddetli eleştirilerin hedefi olan şairin, Sultan’dan, “yüzüne bakamayacak düzeyde” nefret etmesinin sebebi, muhtemelen Abdülhamit’in özgürlükleri kısıtlayan politikaları ve bugünlere sirayet eden polis devletinin temellerini attığı “istibdat rejimi” idi. Bazıları Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzattığını düşündükleri Abdülhamit’i minnetle anıyor olsalar da, kendisi muhtemelen bir devrin sonuna gelindiğinin farkındaydı. Korkuları, onu evinden dışarı adım atmaktan dahi imtina edeceği bir paranoyaya sevk ederken, bu psikoloji ile yaptıkları da Mehmet Akif’te olduğu gibi toplumun genelini kendisinden nefret etmeye itiyordu. Tarihi gerçekler burada kalsın, biz bugüne dönelim.
Siyasi tarihimizin, hakaret davası açma rekorunu elinde bulunduran lideri Tayyip Erdoğan, söz sırası kendine geldiğinde siyasi nezaketi ayaklar altına almaktan ve ağzına geleni söylemekten geri durmuyor. Alıştık demek söz konusu değil. Çünkü ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı siyasi üslubunu, sınır tanımayan bu söylem dili üstüne inşa ediyor ve topluma yayıyor. Hedef aldığı kişiler, zaman zaman çeşitlilik arz etse de dönüp dolaşıp geldiği yer, muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu. Kemal Bey’in son günlerde Tayyip Erdoğan’ı kızdıran politikalarından bir tanesi şaibe kokan devlet kurumlarını ziyaret etmek. Somut bir çıktısı olmasa da toplumun dikkatini çekmek ve kamuoyu oluşturmak açısından doğru ve etkili bir davranış olduğunu söyleyebiliriz. Bu ziyaretler esnasında devlet kurumlarının kapılarına vurulan zincirler de olayın daha fazla konuşulur hâle gelmesine, popülaritesinin artmasına ve ses getirmesine yardımcı oluyor. Güçlü seslerin kaynağı yine malum… Bakın, ne diyor Tayyip Bey:
“Dürüst değil, kalibresi bozuk, cinsi cibilliyeti bozuk… Devletin kurumlarına gidebilmek dürüstlük gerektirir, sende bu dürüstlük yok, sen adam değilsin.”
Meseleyi ekseninden kaydırma çabasının ötesinde, eski siyasetçilerin her durumda korumaya çalıştıkları nezaketlerine rahmet okutan bir vulgerleşme. Üstünden bir hafta dahi geçmeden farklı bir platformda, kabına sığmayan açıklamalarına devam ediyor ve siyasi tükenmişlik yaşayan, yalan terörü ve iftira haricinde millete söyleyecek hiçbir sözü olmayan muhalefetin toplumu kutuplaştırmasına müsaade etmeyeceğini söyledikten sonra Türkiye’yi eğitim, sağlık, adalet ve emniyet başta olmak üzere her alanda ileri taşıdıklarını, Cumhuriyet tarihinde yapılan hizmetlerin katbekat fazlasını yaptıklarını ifade ediyor.
Tayyip Erdoğan’ın, icraatlarının neticeleri ile söylemleri arasındaki tutarsızlığı dile getirecek cesarette bir yakınının, danışmanının veya yardımcısının olmaması, sanırım bu hayattaki en büyük şanssızlığı. Onu bu denli saldırgan kılan ise Türkiye’yi ileri taşıdığını ifade ettiği temel politikaların tümünde sınıfta kaldığını göremeyecek kadar kendisini kör eden siyasi hırsları ve kaybetme korkusu. Neredeyse alım gücü yarıya inen ve yeni yılın ilk gününde yapılan zamların altında ezilen topluma rağmen “ekonomik başarı”dan; Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri Berke ve Perit gibi hukuk garabeti davalar ile içeride tutulan insanlara rağmen “adalet”ten söz edebilmenin başka bir nedeni olamaz.
Hain kumpaslarla engellenen uzay yolculuklarını, pahalı yolların ve köprülerin özlemle beklediği yerli ve milli otomobil haberlerini veya bir neden aramaksızın liderlerinin azametini heyecanla alkışlayan toplum vasatı daima olacaktır. Ne diyordu İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif, “Aman yarabbi, 33 yıl oldu hâlâ alkışlıyorlar.” Alkışlayanları değil diğerlerini görebilmek, her mücadelenin başarısızlıkla bitme ihtimalinin de olduğunu düşünerek dünya sürgününün bitmesini beklemeden vazgeçebilmek; ileride, siyasi nezaketi mumla aradığımız bugünlere dair değerlendirmelerde en azından siyasi olgunluk olarak anılabilir.