Serap Durusoy
Konvansiyonel Politikalara Dönüş Umudu?
Baharı yaşadığımız şu günlerde ekonomi ve siyasette de sıcak bir iklim hakim. Türkiye bir seçim süreci içerisinde. 45 gün sonra seçim yarışı sonlanmış olacak. Kuşkusuz bu yarışın iki alternatif sonucu var. Ya mevcut iktidar yönetimi tekrar devir alacak. Ya da yönetim, yeni siyasi oluşuma devredilecek. Bu gelişmeler hiç kuşku yok ki ekonomi politikasını da şekillendirecek. Bu bağlamda yılın ikinci yarısında ekonomide nelerin yaşanacağı oldukça merak ediliyor. Zira model olduğu söylemiyle her fırsatta yatırım, büyüme, istihdam ve ihracat odaklılığa yapılan vurgu ve bu yolda enflasyon pahasına tek haneye indirilen politika faizinin ne yazık ki makro veriler üzerindeki etkisi hiç de beklendiği gibi olmadı. Rekabetçi kur politikası ile cari fazla yaratma söylemi başarı sağlamadı. Söz konusu politikanın yol açtığı yüksek enflasyon, düşük büyüme, gelir dağılımı adaletsizliği, cari açık ve dış ticaret açığındaki artışa bağlı olarak ödenen bedel gün geçtikçe ağırlaşıyor. Doğal olarak bu kötü tablo seçim sonrası ekonomik iklimin ve ekonomiye ilişkin politikada nasıl bir seyir olacağına ilişkin merak ve endişeyi artırıyor.
Aslında ekonomi politikasına yönelik beklentilerin politik dengelerdeki değişime bağlı olarak iki yönü var. Birincisi mevcut sistemin optimizasyonunun olabilmesi, ikincisi ise eski konvansiyonel politikalara dönülebilmesi. Ancak bu ihtimalleri etkileyecek gerçekler de göz ardı edilemez. Hiç kuşku yok ki en önemli gerçek kaynak ihtiyacının artacak olması. Çünkü bir yandan deprem diğer yandan da seçim ekonomisi nedeniyle harcamaların artması bu ihtiyacı tetikliyor. Kaynak ihtiyacını karşılamada etkili olan iki temel unsur şüphesiz ihracat ve turizm gelirleri. Ancak Euro bölgesindeki resesyon ihtimali, ihracatçılara yönelik getirilen makro ihtiyati tedbirler bağlamında döviz gelirlerinin yüzde 40’nın bloke edilmesi, artan girdi maliyetleri ve bunların ihracatçı firmaların üretimlerindeki sürdürülebilirliği engellemesi ve üretimin finansmanındaki sorunlar ihracat gelirlerini zora sokan nedenler olarak karşımıza çıkıyor. Bu engeller dışında kaynak ihtiyacının iç borçla ve dış borçla karşılanması olasılığı da çok güçlü değil. Çünkü enflasyon beklentisi içerisinde olan ekonomik aktörlerin kırmızı çizgisi olarak değerlendirilebilecek yastık altı altın ve dövizin ekonomiye kazandırılmasındaki zorluk iç borçlanmada, CDS’in yüksekliği de dış borçlanmada önemli bir sorun teşkil ediyor.
Mevcutta var olan makro ekonomik sorunların seçim atmosferine bağlı olarak daha da büyüyor olması kuşkusuz ekonomi yönetiminin tercihlerini de etkileyecek. Ancak nasıl ki yüksek enflasyon pahasına cari fazla yaratmak amacıyla politika faizindeki azalış tek başına bir iyileşme sağlayamadıysa, artışı da tek başına bir başarı sağlayamayacak. Zaten bunun ani olarak yapılması da önemli sorunları beraberinde getirir.
Nitekim ABD’ de ani faiz artışlarının doğurduğu banka krizi, bu duruma önemli bir örnek oluşturuyor. ABD’deki bankaların yaşadığı sorun 2008 yılındaki gibi kredi batışı ya da ahlaki çöküntü değil, düşük faizde yüksek fiyatlı hazine tahvilleri almış olmaları. Politika faizinin artışındaki gecikmeye bağlı olarak enflasyonla mücadelede geç kalınması faiz artışının yüksek yapılmasına neden oldu. Artışın bu tahvillerin fiyatlarını düşürmesi ve varlıkların iyi yönetilmemesi riskleri artırdı. Oluşan bu ekonomik iklim Fed’in hem finansal istikrarı hem de fiyat istikrarını sağlayacak karar alması zorunluluğunu doğurdu. Her ne kadar bu krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğine ilişkin görüşler olsa da ABD’deki banka iflasları, bankaların enflasyonun çok altında yüzde 8-9 faizle devlet tahvili almaya zorlandığı Türkiye için aslında önemli bir örnek olay. Bu kriz ülkemizde karar alıcılar için Fed’in faiz artışı kararının ne denli hatalı olduğunu dillendirmelerine olanak sağlayan bir ortam oluştursa da yaşanılan bu iflaslarda yüksek faiz politikası değil, geciken faiz artışına ek olarak ABD’deki bankaların risk yönetimini iyi yapmamaları, vade uyumsuzluğu, bankaların sermaye yeterlilikleri sorunları ve piyasaların Fed’in bu kadar net olmasına rağmen kendilerini hazırlamaması etkili oldu. Bu bağlamda ülkemizde de hızlı bir faiz artışı enflasyonu azaltmak için tek başına yeterli olmayacağı gibi tehlikesi de büyük. Ayrıca zaten uygulamada var olan makro ihtiyati tedbirler ve KKM gibi müdahaleler kur artışını koruyan enstrümanlar olarak var. Dolayısıyla seçim sonrasında geçmiş yıllardaki gibi hızlı bir faiz artışı olmayabilir.
Bu bağlamda seçimin ardından iktidara gelecek hükümetin kapsamlı, tutarlı ve enflasyon beklentilerini de aşağı çekecek ancak hızlı bir değişiklik içermeyen geçiş niteliğinde bir ekonomi programını devreye sokması gerekiyor. Enflasyon beklentisini iyileştirmek çok kolay değil. Zira enflasyon karşısında azalan satın alma gücünün artırılması için ücretlerde yapılan iyileştirmeler aslında enflasyon beklentisini de güçlendiriyor. Ayrıca gıda da görülen fiyat artışları ve depremin neden olduğu üretim daralması da enflasyon beklentisinin azalmasını engellemekte.
Her ne kadar MB tarafından mart ayına ilişkin olarak 1727 iş yerini kapsayan İktisadi Yönelim Anketi sonuçlarına göre ÜFE beklentisi yüzde 70,4’e gerilese de mart ayında kapasite kullanım oranının yüzde 75,2 seviyesinden yüzde 73,5 seviyesine gerilemesi ve reel kesimin nakit darboğazı yaşamasının üretimin sürdürülebilirliği açısından yarattığı zorluk önümüzdeki aylardaki ÜFE’nin seyri için önemli bir gösterge.
İşte tüm bunlar dikkate alındığında para politikasının beklentiler üzerinde efektif bir etki yaratabilmesi için MB’nin para politikasında sıkılaşmaya gitme zorunluluğu artıyor. Ama her şeyden önemlisi seçim sonrasında uygulanacak programın acı bir reçete olacağı ve bu acı reçetede para ve maliye politikasının eş güdümlü olması gerekliliği de önem taşıyor. Daha da önemlisi ekonomideki sorunların var olduğunu kabul etmek geçici politikalarla üstünü örtmemekle işe başlamak gerekiyor.