Aytuna Tosunoglu
KAZ YA DA KAZMA
Her şey sarayın bahçesini sulamak amaçlı kuyu kazmayla başladı. Bahçe deyince küçük bir alan olduğunu düşünmeyelim. Dönümlerce arazi. İlk iki kuyu denemesi başarısız oldu.
Sonra açılanlar?
Arazinin 1709’daki sahibi Avusturyalı bir prenstir. Kuyu için açılan delikten su yerine inanılmaz güzellikte bir bronz heykel çıkar. Devamında açılan deliklerin sayısına dair bilgi yok. Prensin kaç tane bronz heykeli gün ışığına çıkarttığının da… 1730’lara gelindiğinde Napoli Kralı Üçüncü Charles aynı yörede yine su kuyusu açtırmak ister. Amaç su bulmak mıdır yoksa yirmi beş küsur yıl önce bulunan toprağın altındaki bronz heykellerin devamına ulaşmak mıdır… Avusturyalı prensin bulduklarından haberdar mıdır… Tanrı dünyayı yaratmıştır ama insan da şeytanı!
Soylu olup saygınlığı arttırmak diye bir şey var. Üçüncü Charles kendisine ve soyuna yetecek prestiji elde etmek üzeredir. Açılan kuyuların yaklaşık 30 metre derinliğinden ortalama insan boyutlarında, nefis bir estetik gözle yapılmış bronz heykelleri toplar. Sonraki otuz yıl içinde bu kuyulardan gelme bir antika heykel koleksiyonu olur ve sarayında, bahçesinde eşe dosta gururla sergiler. Heykellerin milattan sonra ilk yüzyıla ait olduğunu anlamaya ramak kala yani 1750’de kazım ekibine arkeologları ve mühendisleri dahil eder.
Sisli perde aralanır.
Milattan sonra 79 yılından kalma bir sahil kasabası olan Herculaneum (dilimizde okunuşu Herkülenum) yerin 30 metre altında keşfedilmeyi beklemektedir, o sırada. Napoli Kralı Üçüncü Charles’ın finanse ettiği bilim insanları açılan deliklerle sonradan adı Papirüs Villası konan varsıl ve büyük bir eve ulaşırlar. 1750’den günümüze kadar geçen iki yüz atmış küsur yıl boyunca Herculaneum sahil kasabasının Pompei’den sadece 14 kilometre uzakta olduğunu ve Pompei’de yaşayan halkın neredeyse iki katı zengin olduklarını öğreniriz. Çünkü kazılan yerlerdeki evler mekân olarak çok daha geniştir, ferahtır. Süslemeler, mozaikler, cömertçe döşenen mermerler ve üzerindeki nadide süsler bu zenginliğin de bir göstergesi… Doğanın kendinden olanı koruması gibi korunmuş.
Herculaneum da Pompei gibi dört günde yok olmuştu (Hatırlatalım: Vezüv volkanı 79 yılında patlamıştı. Kaçabilen kaçtı, kaçamayanlar gücü artan sarsıntılar nedeniyle çöken çatı altında kalmaktan, patlama sırasındaki termal şoktan ve doğadaki en ölümcül yıkıcı güç olan piroklastik akıntıdan öldüler. Öyle bir akıntı ki kasabanın üzerini 23-25 metre kalınlıkta bir tabakayla örttü).
Günümüzde, Papirüs Villası olarak bilinen yerden çıkartılan muazzam sanat eseri heykellerin sayısı (parçalarla birlikte) 90 adettir. Ancak villada sergileniş biçimleri hala gizemini koruyor. Heykellerin gruplar halinde bir görsel anlatı/öykü barındırdığını araştıran da var, tekil anlatı içinde yer aldıklarını da… Papirüs Villası’nın iki ayrı okuma odasında rulo halinde papirüsleri kitaplık nizamında tuttukları ortaya çıktı -ki villanın olası sahibi bir Roma entelektüeli, ataları Antik Yunan ve Antik Roma döneminden kalma papirüse yazılmış felsefe ve öğretileri korumaya özen göstermiş kendisini ve etrafındakileri fikren geliştirme aracı olarak görmüş. Kurtarılabilen papirüsler arasında Epikürcü metinlerin çokça varlığı heykellerin villa içinde sergilenişinde acaba atomcu ve materyalist bir yaklaşım mı vardı diye düşündürtüyor, insanı… Epikürizmde batıl ve kutsal yoktu. Hayattan zevk alarak yaşamaya ulaşmanın yolu mütevazı yaşamaktan, dünyanın işleyişi hakkında bilgi sahibi olmaktan geçiyordu. O zaman belki de Papirüs Villası bir eğitim yeriydi… Kim bilir…
Birbirinden güzel heykeller yıllar içinde özel koleksiyonlardan toplanıp Napoli Ulusal Arkeoloji Müzesi’ne kondu, sanal ortamda görme imkânı var. Papirüs Villası’nda kazma çalışmaları hala devam ediyor. Ziyarete açılan kısımları sanal ortamda gezme imkânı burada da var. Antik Çağ’a ait yegâne yazılı metinler ise çeşitli üniversite laboratuvarlarında hala bozulmadan açılmaya ve okunmaya çalışılıyor, yeni teknolojilerden faydalanılıyor.
Milattan sonra 79 yılında Vezüv patlaması öncesi yer sarsıntıları başlayınca villa içinde bulunan kütüphanedeki papirüsler sağlam sandıklara yerleştirilmiş ancak ne yazık ki taşıma fırsatı olmamış.
Şeytanın gör dediği: Acaba aynı yıl Aya Sofya’nın olduğu yerde ne vardı? Öyle ya, Bizanslının orada dünyanın en büyük kilisesini yapmaya daha 458 yıl, Mimar Sinan’ın sihirli ellerini Aya Sofya’ya değdirmesine 1494 yıl, birilerinin “egemenlik sorunumuz” dediği Aya Sofya’da yeniden namaz kılmaya başlamasına 1941 yıl var.
İnsan geçer. Sanat kalır.