Boray Acar
Kapatmakla olsaydı…
Yakın tarihte, cemaat yurdunda kalan bir gencin “deccal” olduğunu düşünen bir görevli tarafından kafası kesilerek öldürülmesi; geçtiğimiz hafta ise sosyal medyada viral olan videosunda cemaat ortamının baskısından ve yaşadığı şartlardan şikâyet eden bir tıp öğrencisinin intiharı, “tarikatların ve cemaatlerin hayatımızdaki yeri”ni bir kere daha tartışmaya açtı. Karşıt görüşlüler, masanın üstünde ne varsa birbirlerine fırlatarak, tarihi laik – antilaik çelişkisinde mutat ve herhangi bir meseleyi çözmeye yardımı olmayan sloganvari söylemler ile el yükseltmeye tutuştular. Sadece siyasiler ve konunun uzmanları vesaire değil, bu defa aileler de konuya dâhil oldular ve mülkiyetini kendilerinden menkul gördükleri varlıklar üstüne yapılan tartışmayı nihayetlendirmek için kendi sınırlarını çizmeye kalktılar.
Siyasal, sosyal ve bilimsel açıdan birçok şey söylenebilir, söylendi de. Ancak herkesin üzerinde mutabık olması gereken bir nokta var. Canına kıyan veya kıyılan çocukların hayatları hiçbir fikrin, ideolojinin veya bizzat dünyaya gelmelerine vesile olan ailelerinin tekelinde olamaz. Dolayısıyla bu çocukların hayatta olmamaları başlı başına kamusal bir meseledir ve sorundur. İnsan ile ilgili olan, kamusal olan, toplumu ilgilendiren her mesele gibi bu da sosyal, kültürel ve de siyasi bir mesele olarak ele alınmalıdır. Ancak ölümlerin siyasete malzeme yapılması, pespayelikten başka bir şey değildir. Yarın, seküler bir kurumda veya çevrede yaşanması muhtemel benzer bir hadisenin aynı düzlemde tartışıldığını muhakeme etmek dahi, ağızdan çıkan söze dikkat etmek için tek başına bir gerekçe olabilir.
Tarikatların siyasal İslamcı iktidar döneminde palazlandığı, tartışmasız bir güce ulaştığı ve tehlike arz ettiği aşikâr… Buna rağmen İslamcı yazar Mehmet Göktaş’ın, Enes Kara’nın gıyabında ettiği, “Allah affetsin, o bir katildir!” sözlerine, taksir ile taammüt arasındaki çizgiyi göz ardı ederek ve siyasi iktidarı fail göstererek mukabele etmek, onun düzeyine inmekten başka bir şey değildir.
Severek okuduğum yazar Gökçer Tahincioğlu, geçtiğimiz cumartesi günü yayınlanan yazısında, “Marksist Eğitim Kurumları açılsa, ailelerin de çocuklarını bu yerlere gönderme imkânı olsa acaba izin verilecek mi?" düşüncesinden yola çıkarak tarikatların ve tarikat yurtlarının varlığını sorguluyor. Böyle bir arzusu olmadığını ve özellikle gelişim çağındaki bireyler için tarafsız, bağımsız ve tercihe bağlı bir yaşam konusunda aynı noktada olduğumuzu tahmin ediyorum, hatta eminim. Bilinçli olarak yaptığı ajitasyon ile farkındalık yaratmaya çalıştığı da açık. Ancak bu nevi mukayeseleri yaparken, karşı karşıya koyduğumuz şeylerin toplumdaki karşılıklarını göz önünde bulundurmak ve muhafazakar eğilimli seçmen profilinin iktidarı belirleyecek güce ulaştığını göz ardı etmemek gerekiyor. Ezcümle gerçekçi olmak, tarikat yurtlarına yönelik ayrıcalıklı tutumu doğru bir iletişim stratejisi ile topluma anlatmak ve denetim zafiyetinin altını çizmek gerekiyor.
Birilerinin argümanı, “Tarikatların ve cemaatlerin, Cumhuriyet ideolojisi tarafından kapatılmış olması”… Yani; kısa yoldan söyleyecek olursak, bu yapıları yaşatmamaya yönelik kararlılık sürdürülmüş olsaydı bu kayıplar yaşanmayacaktı noktasındalar. Oysa Cumhuriyet tarihi, kurulduğu günden başlayarak konuşacak olursak, yasakların ve kapatmaların da tarihidir. Tek parti döneminde de modern çağın gereği olan ve kapatılmayı hak etmemesine rağmen kapatılan birçok dernek, örgüt, vakıf bulunmaktadır. Elbette tarikatlara karşı alınan tavırda “Şeyh Sait İsyanı” gibi vakıalar etkili olmuşsa da resmi ideolojinin kendisini dayatması ve fikirsel çeşitliliği tehlikeli bulması da önemli bir etkendir ve ona göre salt tarikatlar ve cemaatler tehlike olarak görülmemektedir. Hangi bağlamda olursa olsun yasakların delinebilmesinin, yasaklı ve de sakıncalı oluşumların merdiven altı gizlilikle de olsa yürütülebilmesinin sebebini irdelemek, künhüne inmek gerekiyor.
Daha önce de yazdım, Cumhuriyet ideolojisinin laiklik projesinin, “din ve devlet işlerini ayırmak” dışında kavramsal bir düzleme oturtulamamış olması ve belli bir kesim dışında azımsanmayacak bir çoğunluk için de baskı aracına dönüşmesi, bu çoğunluğu sosyal bir birliktelik arayışına itmiştir. Tarikatlar ve cemaatler; bir taraftan bu boşluğu dolduruyorken, bir taraftan da yaslandıkları toplum vasatının siyasi tercihleri ile ekonomik ve giderek de siyasi bir güç hâline geldiler. Şimdi ise tarihi geçmişi Cumhuriyet’in ömründen uzun olan ve de giderek güçlenen bu yapıların varlığını sorgulayarak, yaşanmış bir drama kısa yoldan çözüm bulmaya ve bu dramı siyasi kutuplaşmaya teşne kamuoyu için malzeme olarak kullanmaya çalışıyoruz. Tabii, mesele uzun ve önemli; yerimiz de dar. En iyisi önümüzdeki hafta kaldığımız yerden devam edelim.