Aytuna Tosunoglu
KAFANIZA SİYAH TORBA
Unutuyorum.
Ama bir şeyi hiç unutmuyorum; sekiz yıl önce Cumhurbaşkanı, Beşiktaş’ta denize sıfır ofisinin camından vapurdan inen/binen kızların kıyafetlerinin uygunsuzluğu karşısında mutsuzluk duyduğunu bir konuşması sırasında dillendirmişti. Genç bir kadın olan kızımın yolu hafta içi her gün o noktadaki vapurlardan geçiyordu. Unutmadığım, bu. İktidar sahibi bir erkek aralarında kuvvetle muhtemel benim kızımın da bulunduğu gençlerin giyim/kuşamını izliyor, gözlüyor, beğenmiyor. Olabilir mi? Olabilir tabii. Onun fikridir. Ben, kızımın onaylanmayan kıyafeti çerçevesinde kızımın varlığının da onaylanmaması olarak görebilirim, öznel olarak. Olmaması gereken, bunu geniş kitlelere hitap ederken (iktidar sahibi çünkü) erkek egemen bir toplumun, erkek egemen konuşmacısı olarak, kadın-erkek ayrımcılığı temelinde vurgulanmasıydı.
Arşiv unutur mu? “Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir.” Tasavvufçu ve aynı zamanda avukat olan bir erkek, bir televizyon kanalında kendisiyle yapılan söyleşide bu cümleleri sıralayıvermişti. Programın sunucusu/moderatörü de konuğunun cümlelerini önce, “Tam ben diyecektim, sen dedin, benden daha çok yaşayacaksın”a varan bir vücut diliyle ve peşi sıra, “Allah razı olsun” diyerek onamıştı.
Daha önce kadından sorumlu eski bakan (ki kadın), kendisiyle aynı dünya görüşüne sahip kişilerin bulunduğu bir kamu ortamında, yanında bulunan genç kadınları kastederek, “Bunlar, hanım kızlarımız” diyebilmişti. Hanım olmayan kızlarımız kimdi? Markette hijyenik kadın bağı aldığı görülmesin diye paketi siyah torbaya koyması gerektiği hatırlatıldığı halde koymayanlar mı? (Anlamıyorsunuz: Böylelikle ödeme yapmak üzere seğirttiğinde kasa görevlisi ve sıradakiler tarafından “Hiii! Ne ayıp, adet görüyor ve herkes bunu biliyor! Onun cinsel organıyla ilgili bir durum var, hiii!” diyebilir, aklından geçirebilir.) Sonra belediye otobüsünde, tanımadığı bir kadının giydiği kıyafeti dine aykırı bulup o kadına tekme atanın yukarıdaki örnekler göz önüne alındığında nerden gelmiş olduğunun bir göstergesi olabilir mi? Olabilir, tabii. Gözümüzün önünde vuku bulan bu ayrımcı ve hatta kadın düşmanlığına varan söylem ve eylemleri ilk defa tecrübe etmiyoruz – son da olmayacak.
Tarih (bir bilim olarak tarih) önyargılar doğurur. Tarih yazımının bir dönüşümün, bir başkalaşmanın vurgulanmasından ziyade sürekliliği işaret etmesi bir sorun. Oysa, “değişim”in sürekliliği reddetmesi olmalıdır, söz konusu olan. Kültürel değişimleri bir çerçeveye sığdırmak, birbirleriyle aralarındaki ilintiyi koparmak anlamındadır. Oysa insanın kültürel ve dinsel tarihi birbirine eklemlenen, doğurgan, zaman ve zemin düzlemi boyunca tek bir fikirden çıkmayacak kadar verimlidir ve verimli olmaya devam edecektir.
Ayrımcı ve kadın düşmanlığı yapan dilin Batı’nın akılla ritüel arasında kurduğu başta ürkek, kararsız ve tereddütlü ilişkiyi antik dünyada biçimlendirmeye başladığından söz etmek mümkün. Uzun bir yol, bu. Geri gidip, Antik Yunan Medeniyeti’nin logos ve mythos arasında yaptıkları ayrıma dikkat çekmeli… Logos’un (yani aklın) dili, şeyleri birbirine bağlar. Bu bağlantıları kuran kişi oluşturulan zeminde akıl yürütmelerini sıralar. Karşısında onu eleştiren/yargılayan bir izleyici kitlesi vardır. Logos’un tüm biçimlerinde konuşmacı sözleriyle özdeşleştirilir, tüm sözler ona aittir ve o bu sözlerin tümünden sorumludur.
Mythos ise sorumluluk kabul etmeden bir hikâye anlatır: ouk emos ho mythos, yani bu benim hikayem değil, başka bir yerde duydum. İşte, cinsiyet ayrımcılığının tüm söylemleri bu mythos’un omuzlarında yükselir. Birinin anlattığı bir mit – bu yazının özelinde kadının durması/olması gereken yer miti – onu dinleyen kitle tarafından şüphe ile karşılanmayacaktır. Akıl şüphelenmeyi, sorgulanmayı ister. Mit ise sözlere, sözlerin ta kendisine inanmakla ilgili bir şeydir. Hamile kadınların sokakta olmasını istemeyen ya da kadınların beden kıvrımlarını ve saçlarını saklayan giysiler içinde dolaşmasını isteyen/uygulayan kadınlı erkekli kalabalığın tüm bunları bir Yaratan’ın biçimlendirmiş olduğunu düşünmesi mantıklıdır. Kutsal kitabın kendisi söylemez ama onu yorumlayanlar ahlaklı oluşla ilgili ayetler sayesinde ve aracılığı ile “hamile kadının dışarı çıkması, hava alması şartsa arabada kocasının yanında şöyle bir dolaşsın” ya da “bunlar, hanım kızlarımız” ve benzeri söylemlerden mitleri oluşturur. Mitlerin içinde regl olmak gibi sağlık işareti olarak görülecek doğal bir durumu saklamak, gizlemek ve ayıp parantezinin içine almak da var.
Bacaklarını sağa sola kocaman açarak oturup, aile mücevherlerini(!) rahat ettirmek, ayaktayken de “acaba oradalar mı” diye arada bir eliyle yoklamak mit olamıyor. Sonuna kadar gözümüzün önünde çünkü! Demem o ki, siyah torbayı kafanıza geçirin. Geçirin ki, içindeki düşünceleriniz dışarı sızmasın.