Eda Yılmayan
İki kadın muharririn gözünden Atatürk’ün ölümü
Atatürk’ün bugün 86. ölüm yıldönümü. Bugünü basın tarihimizin iki önemli muharriri Sabiha Sertel ve Suat Derviş’in kaleminden okuyacağız. Her iki yazar da Atanın ölümünün ardından yazılar kaleme almış, Dolmabahçe Sarayı’nda cenaze merasimini takip etmişlerdi.
Sertel ve Derviş Atatürk’ün ölümünün toplumda nasıl bir etki yarattığını, o güne ilişkin ayrıntıları anlatıyor.
GÖRÜŞLER
Türkiye'nin Büyük Adamı
Yazan: Sabiha Zekeriya Sertel
Türk milleti tarihinde yetiştirdiği büyük adamların en büyüğünü kaybetti. Atatürke bu “BÜYÜK” sıfatını veren, on beş senelik Cumhuriyet tarihinden evvel milleti en müşkül anlarında ölümden kurtaran halâskâr sıfatıdır.
Cihan Harbinde milli istiklalini kaybeden bu millet, onun rehberliği, onun iradesi, onun dağlar deviren enerjisi ile, milli istiklal savaşını kazandı. Bu kurtuluş Türk milletinin nesillerden nesillere unutmayacağı, beşikteki çocuklarına ninni gibi söyliyeceği bir istiklal destanıdır. Bugün bütün bu milletin, en küçük mektep çocuklarının döktükleri göz yaşları bu şükran ve minnetin bir nişanesidir.
Atatürk Türkiyenin ilk Cumhurreisidir.
Atatürkün Türk milletine bir kurtuluş hediyesi olarak verdiği Cumhuriyet, dejenere olmuş bir saltanatın milleti geriliğe, ölüme sürükleyen mikroplarını öldüren bir eksirdir. Bu ilk Cumhur reisin kurduğu Cumhuriyet, Türk milletinin hayatını emniyet altına alan, milleti ebedi bir hayata kavuşturan, madeni milletler arasında ileri bir devlet olarak yaşamak hakkını veren rejimdir.
Atatürk'ün cumhuriyeti, mazinin milletin ayağına bir zincir gibi bağladığı gerilikleri kaynağında boğmuş, enerji hamleleri, içtimai inkılaplarla bu milleti içtimai terakkinin en ileri kademelerine çıkarmıştır.
Onun bu millete bir miras olarak bıraktığı cumhuriyeti, inkılabı, ileri umdeleri korumak, bu milletin ona karşı göstereceği en büyük minnet borcudur. Cumhuriyet, inkılâb, milli istiklâl onun bu millete emanet ettiği bir vediadır. Bu emaneti hiçbir gün düşman ellere teslim etmeyeceğimizin en büyük şahidi, onun ölümü karşısında bütün bir milletin büründüğü yeis ve matemdir.
Atatürk öldü. Fakat yarattığı eser, Cumhuriyet ve inkılâb yaşadığı müddetçe, Türk milleti var oldukça, o Türk cumhuriyetinin, ilk kurucusu, Türk milletinin kurtarıcısı olarak yaratacaktır.
Kaynak: Tan Gazetesi, 11.11.1938
GÖRÜŞLER
Ağlıyan Bir Millet
Hiçbir ölünün arkasından bu kadar gözyaşı dökülmemiştir. Atatürk hayata gözlerini yumduğu dakikadan itibaren, on yedi milyon Türk ağlıyor. Ateş düştüğü yeri yakar derler, fakat bu düşen ateş, yanardağ boyunda bir kıvılcım gibi, Türk milletinin kalbine düştü, bütün bir millet birden yanıyor.
Mektep dershanelerinde Atatürkün ölüm haberini alan çocukların duydukları yeis, döktükleri gözyaşı, bu masum kalblerin hıçkırıkla ifade ettikleri müşterek matem, ne derin bir sevginin, hürmetin ifadesidir.
Sokaklarda kadın, erkek, genç ihtiyar, bütün bir halkın vakarla, minnetle gözlerine dolan yaşlar, ağır bir matemle eğilen başlar, varlığının içinden canına en yakın birşeyin çekildiğini, ona hayat veren bir hayatın söndüğünü gösteren ne matemli bir manzaradır.
Millet Meclisini tarihi vazifesini yapmak için toplandığı bu acıklı celsede, üç dakikalık yeisli sükutun içinde, Millet Vekillerinin hıçkırıklarını bütün bir dünyaya duyuran radyo, ne hüzünlü bir vazife yapmıştır.
Sokaklarda vakur üniformaları içinde yüzleri sararmış askerlerin, zabitlerin gözlerindeki yaşlar, ağlayışlar, ordunun kaybettiği büyük Başkumandanın kumandasından mahrumiyetin elemlerini haykırıyor.
Çocuk ağlıyor, genç ağlıyor, asker ağlıyor, ihtiyar nineler ağlıyor, vekiller ağlıyor, diyebilirim ki bu toprakta yaşıyan her fert, ayağının altından toprak kaymış gibi ağlıyor.
Ana evlâdını, çocuk babasını, bütün bir millet vatanını kaybetmiş gibi ağlıyor. Bu ne hazin bir manzara, ağlıyan, bir millet manzarasıdır.
… (bu bölüm okunmuyor) genç, gözleri ağlamaktan şişmiş, hıçkırıklar içerisinde benden bir ricaya geldiler.
-Atatürkü göreceklermiş.. Biz buna razı değiliz. Onu görmesinler. O toprağın altına girecek ölü değildir. Onu tahnit etsinler, her zaman herkesin görebileceği bir yere koysunlar. Her istediğimiz zaman gidip onu görelim, mezarının etrafında dönelim. Bunu yazar mısınız?
En temiz, en samimi yüreklerin bu candan dileğini yazmak, kabul edilmese dahi, hıçkırıklarla ifade edilen bu temenniye vasıtalık etmek bir borçtur. Gençler, toprağın altına vermiye kıyamadıkları bu muhterem ölünün mezarını bir Kâbe gibi dolaşmak, onun önünde her diledikleri an eğilmek istiyorlar. Onu topraktan yadırgıyorlar. Onun zaferle işlediği, ölümlerden kurtardığı toprağı, onun gözlerine örtmiye kıyamıyorlar. Kurtarıcısını koynuna almayı, toprağın bir nankörlüğü sayıyorlar. Atatürkü toprağın içinde değil, canı kadar sevdiği aziz vatan toprağını avuçlarının içinde, fakat toprağın
üstünde gömülü görmek istiyorlar. Ve toprağın üstünde yatarsa, ölümden biraz koruyacaklarını sanıyorlar…
Bu ağlıyan bir millet manzarasıdır. Ne hüzünlü ne acıklı manzara…
Kaynak: Tan Gazetesi, 12 Kasım 1938
Sabiha Zekeriya Sertel otobiyografisini yazdığı Roman Gibi kitabında da o günü şöyle anlatıyor:
… Ben sabah altı buçukta, daha gün ağırırken yola çıktım. Nişantaşı’ndan, Beşiktaş üzerinden, Dolmabahçe’ye indim. Yolda gazetecilik kartımı polislere göstererek geçebiliyordum. Camiin kapısına geldiğim zaman imam beni karşıladı. Kendisine önceden bilgi verilmişti. Minarenin, dar, dolambaçlı merdivenlerini çıktım. Alayı ilk şerefeden izleyecektim. Hiçbir tarafta ses, hareket yoktu. Evlerin pencerelerine siyah bayraklar çekilmişti.
…
Minarede fır dönüyordum. Şerefenin arkasına geçiyorum. Güneş doğuyor. Evlerin balkonları, pencereleri tıklım tıklım… Yıkılmış duvarların üstüne, küme küme insanlar dizilmiş… Ağaçlardan armut gibi insanlar sarkıyor. Katafalkın bulunduğu Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesine bakıyorum. Celal Bayar, Şükrü Saraçoğlu, Recep Peker, bütün devlet adamları, generaller, yüksek memurlar, birer birer saygı duruşundan dönüyorlar. Tabutu bir top arabasına yerleştiriyorlar. Mızıka matem havasını çalıyor. Alay, adım adım, ağır ağır ilerliyor. Herkes bu büyük ölüye karşı duyduğu saygıyı sakin, vekarlı adımlarıyla duyurmak istiyor.
Minareden gördüğün en haşmetli, en gurur verici görünüş, evlerin balkonlarına, pencerelerine, duvar üstlerine yerleşen insanların hıçkırıkları idi. Bu hıçkırıklar yolboyu böyle devam etmişti. Türk halkı, kurtarıcısına duyduğu minneti, gözyaşları ile dile getiriyordu.
Kaynak: Roman Gibi, Sabiha Sertel, Ant Yayınları, sayfa 188
****
Dün sabah, dokuzu beş geçe Dolmabahçe sarayının üstünde dalgalanan bayrak yarıya indirildi.
Kendisini düşman çizmelerinin altında sürünmekten kurtaran, onu inkılapçı genç ve ileri bir milletin eline vererek şereflendiren cengaverin matemini elbette bütün Türkiye içinde en evvel duyan ve bu matemi elbette ilk olarak tutan Türk bayrağı olacaktı.
Yarıya indirilmiş bu bayrağın sanki kıpkızıl rengi birdenbire koyulaşmış donuklaşmış gibi idi.
İnsanlar felaketin artık böyle tamamile tahakkuk etmiş olmasına inanmak istemiyorlardı.
Fakat bayraklar birbirlerinin lisandan anladılar. Kısa bir zaman sonra şehirde asılı bayrakların hepsi yarıya inip, mateme büründüler.
Realst bir baş olan Şef, daha bundan birçok zaman evvel bu felaketin er ya da geç tahakkukunu mukadder olan tabii bir hadise olduğunu şu sözlerle söylememiş miydi:
“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır.”
Evet, Türk milletinin en büyük adamı, Türk ordusunun en şanlı kumandanı, Türk tarihinin en büyük inkılâpçısı, Türk halkının en şerefli Atası hayata gözlerini yummuş bulunuyordu.
Türk milleti, Atasının hasta olduğunu öğrendiği gündenberi, bu sarayı sıhhat temennilerinin en sıcak kucaklayışlarile sarmıştı. Türk milletinin her ferdi, mümkün olsa onun hayatını uzatmak için kendi hayatını feda etmekte biran tereddüt etmeyecektir.
Bütün bir milletin kalbi bir kalp gibi onun sıhhate dönmesi ümidile ve isteğile çarpıyordu.
O, ki aç gözlü Avrupa emperyalizminin karşısına Türk halkının enerji ile kahramanlığından geçilmez bir kale örmesini bilmişti. O, ki ölmüş, parçalanmış ve tefessüh etmiş bir imparatorluğun enkazından genç, dinç ve yepyeni bir Türk vatanı kurmak gibi bir muhayyerülukulü tahakkük ettirmiştir. O, ki orta çağın cehaleti, taassubu, an’ane ve âdetleri içinde boğulan Türk halkını peşine takmış doğruya ve medeniyete çıkarmıştı. O, ki olmaz zannedilen, olmasına ihtimal verilmiyen şeylerin hepsinin olur olduğunu ispat edecek kadar muktedirdi. Onun için imkânsızı mümkün kılmak elbette işten bile değildi.
(Suat Derviş yazısında Atatürk’ün hastalık sürecine ilişkin de bilgiler veriyor. Bu bölümü atlayarak cenaze törenine ilişkin kısma geçiyorum)
Dolmabahçe sarayı ve civarı
Dolmabahçe Sarayının büyük kapıları örtülmüştü. Saat kulesi tarafındaki kapı açık. Üniformalı ve sivil polisler kapının etrafında bekleşiyorlar. Müdavi doktorlar Tıbbi Adli ve Müddeiumumi otomobillerle sarayı terkediyorlar. Başkumandanın cenazesi başında büyük üniformalı genç zabitler nöbet bekliyorlar.
Halk İstanbulun her tarafından oraya doğru geliyor. İhtiyarlar, gençler, kadınlar, erkekler, üniversiteliler, liseliler, orta hatta ilk mektepli çocuklar birer, ikişer Dolmabahçe sarayına doğru ilerliyorlar. Uzaktan beyaz binanın matemli cephesine bakıyorlar. Muhterem ölüye karşı duydukları sonsuz hürmetle kendilerine hiçbir ihbar yapılmasına hacet kalmadan şapkalarını başlarından çıkarıp sarayın önünden öyle geçiyorlar. Minimini çocuklar hâdisenin manasını anlamışlar, herkesin gözü kızarmış herkesin elinde bir gazete.
Minimini bir kız gördüm. Belki dokuz yaşında idi. Üstünde siyah bir önlük vardı. Tuğlaların arasına başını sokmuş hıçkırıyordu.
Yanına yaklaştım:
-Niçin ağlıyorsun?
Dedim. Yeis ve hayret dolu gözlerini bana kaldırdı:
-Bilmiyor musun Atatürk öldü…dedi.
-Onu çok mu severdin, diye sordum.
-Elbette, dedi. Senin sevdiğin kadar…
Türk milleti matemini asaletle taşıyor
İstanbulun her tarafında ayni manzara, ayni derin matem, fakat ayni vakur simalar var.
Türk milletinin her ferdi başını yukarıya doğru kaldırmış ağlayan gözlerinin yaşını kurutmıya çabalıyarak kalbini ezen büyük ve kahredici kederin altında mahvolmak istemiyen bir vekarla ve bilhassa bugün her günden daha fazla soğuk kanlı, kendine ve hislerine her günden daha fazla hâkim olmak mecburiyetinde bulunduğunu hissederek bu matemi taşıyor.
Türk milleti henüz pek genç bir yaşta irkin bir delikanlılık çağında babasını kaybedip bir ailenin yükünü ve mes’uliyetini benimsemeğe mecbur olan dürüst ve vazifeşinas ve cesur bir evlât gibi bu matemi cesaretle karşıladı.
Türk milleti bugün matemlidir. Fakat şaşkın değildir. Çünkü Atatürk'ü sevenin, Atatürk'ü anlayanın, Atatürk'ü benimseyenin asıl en fazla bugün şaşırmağa mecbur olduğunu hissediyor.
Bugün İstanbul halkının gözyaşları ile teşyi ettiği tabutun içindeki Büyük Ölü, “memleketinde Anayı lâyık gördüğü mevkie yükselterek bütün dünyaya ders vermiştir.” Bunu dünya feministleri söylüyor
Atatürk yalnız Türk kadınlarının değil; Türk kadınlarına, cemiyetten koparıp aldığı haklarla ve yaptığı içtimai inkılâpta kadın meselesini en önde tutmakla bütün dünya kadınlarının sevgi ve hayranlığını kazanmış olan feminist bir lideridir.
1935 senesinde İstanbulda toplanmış olan beynelmilel büyük kadın kongresine iştirak etmiş olan bütün dünyanın meşhur feministlerile o zaman konuşmuş ve kendilerinden Atatürk ve Türk kadını inkılâbı hakkında ihtisaslar ve intibalar toplamıştım.
Dünyanın en meşhur feministlerinin kadın hakkı için mücadele eden, hapse girip çıkan bu beynelmilel şöhretlerin onun hakkında söylediği sözleri bir araya toplayıp; bir çelenk yaptım şimdi onları; beynelmilel vüs’atte bir inkılâpçı olan Türk Şefine, bütün dünya kadınlarının duydukları minnet, şükran ve hayranlık hissine tercüman olan bu çelenği onun tabutunun ayak arkasından yolluyorum.
Beynelmilel kadın birliği başkanının fikri
Lady Asthorum, Atatürk’le Ankarada görüştükten sonra bize şunları söylemişti:
-Cumhurreisiniz Atatürk’ün şimdiye kadar sert bakışlı fotoğraflarını görmüştüm. Kendilerile karşılaştığım zaman sert bakışlı bir şahsiyetle karşılaşacağımı zannediyordum. Halbuki gördüğüm fotoğraflarla, zannım beni aldatmışlar. Bilâkis, o sevimli, mülâyim, fakat aynı zamanda büyük bir kudret ifade eden bir şahsiyettir. Kendisile her mevzu üzerinde açıkça konuşmak kabil oldu. Kendisine her istediğim şeyi sordum ve bütün bu suallerime cevap aldım. Bu konuşmadan sonra Türkiye Cumhur Başkanı hakkında edindiğim izlenim şudur:
O bütün büyük askerler gibi sulhperverdir. Beynelmilel kadın birliği başkanı sıfatile bütün kadınların bir an verebilecekleri en yüksek ünvanın sulhperverlik ünvanı olduğunu söyliyebilirim.
Beynelmilel kadın birliği kâtibi umumisinin sözleri
Beynelmilel kadın birliği merkez bürosunun umumi katibi Mis K. Bompus, Türk kadını inkılabı ve büyük kurtarıcı Atatürk hakkında şöyle düşünüyordu:
-Ben buraya Atatürk’ün esaretten kurtardığı mes’ut Türk kadınlığını görmiye geldim. Size bahşedilen haklar ve sizin hürriyetiniz bütün dünya kadınları için çok cesaret verici ve onların mücadelesinde onlara yardımcı bir kuvvet olacaktır. Devlet Şefiniz gibi insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş Büyük bir Dâhinin bir memleket için şerefinin, ancak o memleket kadınlarının umumi seviyeye yükselmelerile kabil olacağını anlamış olması, beynelmilel kadın davasını çok kolaylaştırmıştır.
(Yazı Atatürk’ün İngiliz kadınları üzerindeki tesiri ile devam ediyor)
*Yazılar asıl metinlere sadık kalınarak yayınlanmıştır.
Kaynak: Serdar Soydan, Sanatkritik
https://sanatkritik.com/eski/kulliyat/suat-dervis-ve-ataturkun-olumu/