Aytuna Tosunoglu
HEP AYNI, HEP AYNI
İnsanın kolektif tarihi onca plan, programa rağmen birbirinin benzeri sonuçları önümüze koyuyor. Buradan, her türlü ilerleme teorisi karşısında şüpheci olmamız gerekmez mi sorusu ciğerimize saplanmış bir ok gibi dursun.
Yer, Avrupa. Hastalık belasının adı, veba.
Dini merciler bu belanın nedenini halkın işlediği günahların bir cezası olarak açıkladıklarında yıl, bin üç yüz kırk sekiz. Kilise hemen, hastalığı kovsun diye tanrıya yakarma, dua etme ritüelleri düzenliyor. Yetmiyor, dini yürüyüşler organize ediyor.
Onlar bunu yapadursun, bin üç yüzlerde Avrupa’da az sayıda da olsa üniversitelerin tıp fakülteleri vardı. İçinde de doktorlar. Bilgilerini antik Yunan’ın tıpla ilgili yazılarından öğreniyorlardı ve uzmanlaşıyorlardı. Ancak ilginçtir, bu akademik doktorlar veba salgını sırasında asla ve asla hasta tedavi etmediler. Onlar yerine, alaylı “cerrahlar” ve birtakım şifacılar her yerde sapır sapır dökülen hastaları tedavi etmek için daha önce denedikleri ve pratik kazandıkları birkaç uygulamayı gerçekleştirdiler. Bitkilerden elde edilmiş özütleri hastalara içirdiler, yaralarına sürdüler vesaire.
Ortaçağda hakim olan sağlıklı beden teorisi vücut sıvılarının dengesini korumaya yönelikti. Yani, sağlığımızı korumak için yapmamız gereken, ölü hayvanlardan, ölü insanlardan, ölü cisimlerden, lağım sularından, başka türlü kirlenmiş sulardan uzak durmaktı. Hatta, deprem nedeniyle havaya salınan gazları, o gazların yarattığı kötü havayı veya buharı solumak da vücut sıvılarının dengesinin bozulmasına yol açardı. Ben demiyorum, kaynaklar öyle söylüyor.
Aynı çağda ve vebanın Paris’te “pik” yaptığı dönemde, Paris Üniversitesi, tıp fakültesi hastalığın nasıl başladığına dair bir rapor yazdı. Bu rapora göre vebanın nedeni, gezegenlerin aynı çizgide hizalanması sonucu yeryüzünden kötü buharlar çıkmasıydı. Yine rapora göre, o buharlar güneyli rüzgarlar tarafından oradan oraya taşındı, sonra insanlar onu soludu ve vücut sıvılarının dengesi bozuldu ve hasta oldu. Raporun sonunda vebadan nasıl korunmak gerektiğine dair notlar da vardı. İlki ve en güzeli, “Veba yaklaşıyorsa, siz kaçın” şeklindeydi. Devamında, hareket etmeyin, banyo yapmayın, tütsü yakın, elinizde güzel kokulu çiçekler taşıyın, üzerinize dini semboller takın, cebinizde yazılı dua olsun gibi tavsiyeler de vardı.
Sonuçta tıbbın çareleri, dertlerden birkaç adım geride olmak zorunda mı? Evet. İlerleme konusundaki şüpheciliğimizi diyorum…
Veba salgını ikinci atağını yapmak üzere geri çekildiğinde geride yüzbinlerce ölü ve tepetaklak olmuş bir ekonomi bıraktı. Yıl, bin üç yüz elli. Hastalık yılları boyunca topraklar ekilemediği için (tarım işçileri öldü, çünkü) gıda fiyatları anormal bir hızla yükseldi. Ancak gıda arzı, nüfusu yine veba nedeniyle azalmış tüketici karşısında fazla bir şey yapamadı ve fiyatlar düştü. Hayatta kalanlar toprağı ekmek için toprak sahiplerinden düşük kira ücreti ama işçilik için yüksek ücret talep ettiler. Hatta vergi yükümlülüklerinde de indirim ya da erteleme istediler. İşverenler yani lordlar/derebeyleri çaresiz kaldıkları için bu taleplere evet demek zorunda kaldılar. Şehirlerde de durum farksızdı; zanaatkarlar ürettikleri mallar için daha yüksek fiyat istiyorlardı, artık. Tüm bu değişiklikler toprak sahibi beylerin gelirini pey der pey azalttı. Eh, bu durumda bir şey yapmak lazımdı. İşçi sınıfının yükselmeye başlamasının önüne geçilmeliydi. Bu “soylu” kesim hemen organize oldu ve bin üç yüz elli bir yılında, İngiliz Parlamentosundan adına “İşçi Tüzüğü” dedikleri bir yasayı geçirttiler. Bu yasaya göre, işçilerin (zanaatkarların, çiftçilerin) vebadan önce aldıkları ücretten daha yüksek ücret talep etmeleri suç haline geldi. Sonraki on yıl içinde işçilerin parlamentoyu basmaları, isyanlar gırla gitti ama geldiğimiz nokta belli. Kolektif tarihimizin fazla tiftiklenmeye ihtiyacı yok.
Kötümser bir gelecek düşünmesek bile, temkinli olmaya davet yazısı bu. Biz bu filmi gördük, biliyoruz. Sonunu farklı mı yapsak artık diye soruyor, insan.