Boray Acar
Helalleşmenin Stratejisi…
Hakkını bağışlamakla özdeş, özellikle kişiler arasındaki çelişkileri ortadan kaldırma ayininin terimsel karşılığı olarak bahsedebiliriz “helalleşmek”ten. “Helal” kökeni dolayısıyla, manen “makbul” olana bir gönderme. Meseleleri uhrevi dünyanın yargı hukukuna bırakmadan çözme olgunluğuna kısmen ruhsat veren İslam hukukunun hayatımızın merkezine yerleşmiş, dillere pelesenk olmuş bir tezahürü. Veda seremonilerinin vazgeçilmez final cümlesi: “Hakkını helal et.”
Fakat üstüne düşündüğünüzde; sözün, muhteviyatı ezdiği bir yüzeysellikle karşılaşıyoruz. Türkiye’nin (ekseriyetle) seküler insanlarının partisi görünümünde olan CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu sayesinde bir haftadan fazla süredir helalleşme üstüne yazılıyor ve konuşuluyor. Malum; ülkemizdeki siyasi devinim hâlâ daha hayal ettiğimiz çağdaş dünya düzeyine yaklaşamadığı için, siyasi mesajlar da dozunda bir popülizmden azade olamıyor diyerek hoşgörü ile karşılayabilir miyiz, emin değilim.
Kemal Bey, son zamanlarda yayınladığı kısa videolardan bir yenisi ile baskıya ve zulme maruz kalmış tüm toplum kesimleri ile helalleşeceği mesajını verdi. Geçtiğimiz hafta partisinin grup toplantısında da 28 Şubat’tan Roboski’ye (Uludere dememiş olmasındaki hassasiyeti ve cesareti takdir etmek gerekiyor), Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlardan Maraş ve Sivas katliamlarına, Varlık Vergisi mağdurlarından Ahmet Kaya’ya kadar; olaylar ve kimlikler bağlamında konuyu daha da derinleştirme gereği duydu. Bu radikal siyasi çıkışın önemi, mevcut siyasi iktidarın görev süresini de kapsayan Cumhuriyet tarihine yönelik bir özeleştiri niteliği taşımasıydı. Hatta siyasi karşıtlarından ziyade, partisinin muhafazakâr ve belli bir dönemi konuşmayı dahi inatla reddeden ulusalcı kanadı ile hesaplaşmaya da menfez açmış oldu.
CHP liderinin, partisinin politik imajını yansıtmayan ve maneviyata hitap eden bir kavramı kullanarak niyetini faş etmesinin, iletişim stratejileri açısından ele alınması gerekiyor. Eğer muhaliflerini etkileme kastı güdüyor ise, “28 Şubat mağdurları dışında” (ki onların da helalleşmek gibi bir niyetleri yok) pek de öyle olduğu söylenemez. Hedeflenen toplumsal bir yüzleşme olduğuna göre, helallik verecek olan kadar, helallik isteyecek olanın ikna edilmesi gerektiği aşikar. Elbette Kılıçdaroğlu, kendisini tüm tarihi yanlışlar için kurban etmek ve mağdurların muhatabı olmak gibi misyon yüklenmeyi düşünmüyor ise…
Parti düzeyinde siyasi aidiyeti olmayan, söylemleri ve eylemleri ile demokrasiye odaklı herkes normal olarak bu çıkışı memnuniyetle karşıladı. Öyle olması da gerekiyordu. Burada dikkat çeken veya çekmesi gereken şey; iktidarı eleştiriyor görünmelerine rağmen, varlıkları (sosyal ve politik olarak) iktidarın devamlılığı ile mümkün olan belli başlı kalem sahiplerinin olumlu tepkileri idi. Daha önce de yazdım. Samimiyetten uzak bu yaklaşım, Kılıçdaroğlu’nun adaylık ihtimalini köpürterek AKP’nin iktidarını tahkim etme ve Türkiye’yi alternatifsiz gösterme stratejisinden başka bir şey değildir. Tabii herkesten önce bunu Kemal Bey’in kendisinin görmesi gerekirken, söylem diline baktığımızda içinde olduğu ittifakın iradesini şahsı ile sınırlayan bir üslup takındığını, dolayısıyla adaylığın havasına girdiğini görüyoruz. Konjonktür itibariyle ittifak adına yapıldığı düşünülen açıklamalardaki “ben” vurgusunun daha önce de tartışma ve eleştiri konusu olduğunu hatırlayalım.
“Strateji yapmıyorum” diyor Kılıçdaroğlu. Daha doğru bir kelime seçebilirdi. Söyledikleri elbette bir politik strateji olabilir. Öyle olması da eleştirilecek bir şey değildir. Ben de politik manevra yaptığını düşünmüyorum. Etnik milliyetçi anlayışın marifeti olan tarihi olayları inkâr edemeyecek, hatta sahiplenmesi muhtemel milliyetçi ittifak ortağına ve Sivas Katliamı’nda rolü olduğu iddia edilen, olmasa bile faillerin bulunduğu cephenin bir yerlerinde olan diğer ortağa rağmen bu açıklamaların yapılmış olması, bunun bir politik manevra olmadığını gösteriyor. Yukarıda ifade ettiğim parti içi çelişkiler de cabası. Yakın zamanda Kürt sorununa yönelik olarak sarf ettiği ve Tayyip Erdoğan’ı harekete geçiren söylemlerinin üstüne, zımnen de olsa HDP’ye yakın durma stratejisinin devamlılığının umut verici olduğunu söyleyebiliriz. Umarım, kürsünün şehvetine kapılıp, Kürt sorununun çözümünü Kandil’i yerle bir etmeye indirgeyen mesajlar vererek bir çuval inciri berbat etmezler.
Peki, toplum bu yüzleşmeye ve kucaklaşmaya hazır mı? Çözüm sürecinde, halkın sevgisini ve muhabbetini kazanmış olan insanlar ile birlikte yapılan sosyal iletişimin nasıl dirençle karşılandığını ve bunun uzantısı olarak yaşanan çirkinlikleri hatırlayalım. Siyaset mühendisliği konusunda eline su dökülemeyecek kadar hüner sahibi olan siyasi iktidarın, sözüm ona yanlış hesabı neredeyse iktidarı kaybetmesine sebep oluyordu. Toplumun kahir ekseriyetini temsil eden bu “inkârcı tutumun” geride kalan üç beş senede değişmediğini, dahası fay hatlarının daha da ayrıldığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Dolayısıyla stratejiyi belirlerken yakın tarihten de ders alınmalı. Yanlış anlaşılmasın; Kılıçdaroğlu’nun yanlış bir yol izlediğini söylemiyorum. Aksine; tarihi bir başlangıç olabileceğini, hedeflenen uzlaşının, bir partinin veya partilerin seçim programlarına hapsedilemeyecek kadar da ciddiyet ve önem arz ettiğini ifade etmeye çalışıyorum.
Atılacak adımların, kavgayı körükleyen ve kutuplaşma motivasyonundan beslenen bir siyasi iktidarın gölgesinde atılacağını unutmamak ve siyasi tutumu buna göre belirlemek gerekiyor. Şu an için toplumsal tavır açısından umut verici bir tablo yokmuş gibi görünse de barışa gereksinimi olmayan bir coğrafya düşünülemez. Dolayısıyla bu iradeyi açığa çıkaracak ve davayı, adaylık stratejisinin uzantısına dönüştürmeyecek bir siyasi duruşa da her zaman ihtiyaç vardır.