Aytuna Tosunoglu
HATA MI YAPTIK?
Dengesiz bir kişisel yaşam ile içi boşaltılmış kamusal yaşamın göze batan belirtilerinin uzun zamandan beri oluşmakta olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Üzerine salgın hastalık gelmesi ve Türkiye topraklarının tamamını etkileyecek olan deprem döngüsünün başlayacağına dair alarmlar çalınca da durumumuz kapitalist, yarı muhafazakâr yarı seküler kentli kültürü dediğimiz şeyi sorgulatıyor. Tüm bunları bir değişimin sonuçları olarak değil, değişimin başlangıcı olarak görmenin saati geldi. Bu aynı zamanda yaşamdaki toplumsal varlığını eylem üzerine kuran insanın yerini suskun izleyiciye bırakmasının da sorgulaması olacak… Kamusal davranış bir gözlem ve pasif bir katılım halinden çıkmak zorundadır.
Pandemiye dayalı günlük hayatın rutinliği, ev kredisi ödeyememe, faturaları takip edememe, her sabah aynı saatte kalkma, işsizseniz yataktan kalkmama, işiniz varsa “Yaptığım işi neden yapıyorum?” sorusunun ve etkinliklerinin ağırlığı altında ezilmekten bahsediyorum. Klostrofobi olabilir mi, bu? Bizi yönetsin diye seçtiklerimiz politik felaketlere yol açarken bir de onların üzerimize yıktıkları ağırlığı daha ne kadar taşıma niyetindeyiz? İçinde yüzmek zorunda olduğumuz tüm meselelerde tek, ortak ve egemen ilkeye ya da kişiye gönderme yapılıyorsa, toplum yaşamında o ilkenin ya da kişinin despotluğu söz konusu. Bu söylediğimi sadece şu anki yönetime atfen söylediğimi sanmayınız, geçtiğimiz onlarca yıla bakınız. Bu yönetimlerin bir dayatma ile olması gerekmiyor, bir ayartmayla da gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla hepimiz, bizden önceki nesiller de tek bir otorite tarafından yönetilmeyi istedik. Hata yaptık, hanımlar beyler…
Günümüz yaşam koşullarında kişi haklarının tehditlerden, müdahalelerden bir şekilde korunması, bireysel hak ve özgürlükler ile kamu yaşamı arasında bir denge sağlanması ve konunun disiplinler arası yeni bir yaklaşımla ele alınması da yeterli olmayacaktır. Çünkü kamusal yaşam tam da Sennett’in dediği gibi çökmüştür. Çökmüş olan bir olgunun üzerine yeni yaklaşım geliştirmek insani deneyimin varlığını, sürdürülür olduğunu ortaya koyma iddiası taşır. Şu küresel dünyada insani deneyim yerelleştirilebilir mi.. Yaşamın dolaysız şartlarına yakın olmak, yüce olmaktır. Yerelleşme ne denli hüküm sürerse, insanlar da içtenliğin ve karşılıklı açıklığın karşısına çıkan bütün dayatma, de facto yönetim engellerini yıkabilir.
Parçalı mekanlara çekilen insanları, alışveriş alışkanlıklarından davranış paterni çıkartılacak bilgisayar yazılımları yaparak kontrol edebilen, uzaya yerleştirdiği uyduyla istediğini gözetleyebilen, dinleyebilen, iletişim ağlarını denetleme kanunlarını istediği gibi meclisten geçirebilen yönetimler karşısındayız. Kanunlarla başaramayacağını anladığında bile bir korsan gibi davranıp “arka kapı”dan girerek amacına ulaşıyor. Otoriteden saklanabilecek hiçbir sır kalmamıştır. Konu bir sırrın varlığı ve onun saklanmasından ibaret değildir. Artık bunu bir gerçeklik olarak alıp, sürekli kaygı duymak yerine yeni bir şeyler söylemek lazım. Bizi şimdi yönetenin gitmesi, yerine yenisinin gelmesi, sadece ve sadece geçmişe dayalı eskinin tamamının değiştirilmesi, her şeyin yeniden kurulmasıyla mümkündür. Gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya başlayan bir gerçeklik evreni içine çekiliyoruz. Oysa hiçbir şey, hiçbir canlı herhangi bir gerçeklik ilkesi ya da dayatmaya boyun eğmez. Dünyaya bütünsel bir görünüm kazandırmaya çalışmak içini boşaltmaktan başka bir şey olmadı, olmayacak. Karşımızda yıpranmadan duran iki büyük gerçek var, biri deprem gerçeği öbürü virüs gerçeği. Aşısı bize gelene kadar kamusal alandan çekilerek yaşamaya devam etmekle, depremden sallanınca yıkılan evimiz altından bizi çıkartmaya gelenleri beklemeye devam etmekle olmayacak. Depremde yıkılan hayatların faturası tek başına bu yönetime kesilirse eksik kalır, durumdan gelmiş geçmiş tüm yönetimler sorumludur. Politikalar ve partiler üstü bir yaklaşımla ve sermaye sahiplerini pohpohlamadan insanı önceleyen bir ülke kurmaya mecburuz.