Boray Acar
Fikir Beyanı Anayasal Hak mıdır, Zevzeklik midir?
Yeni Türkiye’de siyasi iktidar fikir ve ifade hürriyetinin sınırlarını kendi belirlemek istiyor. Aslında ülkenin içinde bulunduğu siyasi darboğazın nedenleri belli ve bu nedenlerden doğan sorunların merkezine bizzat siyasi iktidarı koyan veya açıkça ifade etmese de böyle düşünen insan sayısının günden güne arttığını anlıyoruz. Bizatihi Tayyip Erdoğan’ın ve Devlet Bahçeli’nin davranışları da bunun farkında olduklarını ve bunun çözümünü bulma telaşı içerisinde olduklarını gösteriyor. Eleştiriler karşısındaki marazi tahammülsüzlüklerinin alt metninde gittikçe büyüyen kaybetme korkusunun olduğu açık. Yarattıkları sentetik gündemler eskiden olduğu gibi rağbet görmüyor. Bu nedenle beka kılıfı uydurabilecekleri, siyasi malzeme çıkarabilecekleri, üstünde tepinebilecekleri, toplumu ve muhalefeti kısmen de olsa kendileri ile aynı düşünmeye ikna edebilecekleri bir gündemi dört gözle bekliyorlar.
Geçtiğimiz cumartesi gecesi “104 Amiralden Montrö Bildirisi” başlığı altında internet mecralarında yayınlanan bildiri iktidar ortaklarına dört gözle bekledikleri imkânı sağladı. Hatta bu kadarını kendilerinin de beklemediğini söyleyebiliriz. Bildirinin “darbe imalı” olduğunun ifade edilmesi, bürokrasiyi de cesaretlendirdi. Emniyet teşkilatından, Boğaziçi Üniversitesi’nin atanmış rektörüne kadar birçok kamu mensubu bildiriyi kınayan açıklamalar yaptılar. İktidarın, kuvvetler ayrılığı ile arasının hoş olmadığını, beğenmedikleri kararlar karşısında yargı kurumlarına gösterdikleri tepkilerden anlıyoruz. Gergerlioğlu kararı sonrasında yargı mekanizmasını takdir eden Devlet Bahçeli’nin, henüz bir hafta önce HDP’nin kapatılmasına ilişkin iddianameyi “usul gerekçesi” ile iade eden kararının üstüne “Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasının artık ertelenemez bir hedef” olduğunu söylemesi, iktidarın ve ortağının yargıya bakışını göstermektedir. İktidarın bu tutumu; bir Yargıtay üyesinin, soruşturmanın tamamlanmasını beklemeden A Haber yayınına çıkarak süreç ile ilgili fikir beyan etmesini ve bildiriyi kınamasını da maalesef (!) anlaşılır kılmaktadır.
Bildirinin içeriğinden bağımsız olarak cevaplanması gereken sorular vardır. Mesela; bir bildirinin altına imza atanların asker emeklisi olmaları, hükümet politikaları hakkında yorum yapmalarına engel midir? Veya ülke menfaatine olan uluslararası anlaşmanın ortadan kaldırılması mı tehlikelidir yoksa bu tehlikenin olabileceğine işaret etmek mi? Ya da hayatının herhangi bir döneminde üniforma giymiş insanların kamuoyu huzurunda açıklama yapması, fikir ve ifade hürriyeti sınırları dâhilinde kalan bir eylem midir yoksa Meral Hanım’ın ifade ettiği gibi “zevzeklik” midir?
Bu ve bunun gibi sorular Türkiye’de yaşayan ortalama bilgi ve zekâ düzeyine sahip her bireyin cevaplayabileceği nitelikte. Böyle olduğu herkesçe bilindiği için de bildirinin -veya Devlet Bey’in ifadesi ile “rezalet”in- arkasının ve önünün kararlılıkla araştırılması gerektiği, içinde kimlerin olduğunun tevsik ve tespit edilmesi gerektiği söylenerek derin anlamlar yüklenmeye çalışılıyor. Soruşturma tamamlandığında; bildirinin altına imza atan emekli bürokratların silahlı bir darbeyi tetikleme kabiliyetine sahip, gizli güçleri temsil eden ve rütbeleri sökülmesi gereken bir zümre mi olduğunu yoksa tüm bu yaşananların sıradan bir zevzeklik (!) mi olduğunu öğrenmiş olacağız. Yine, fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında olsa da uluslararası bir anlaşmanın önemini vurgulamak maksadı ile yayınlandığını düşündüğümüz bildirideki “irtica tehlikesi” vurgusunu yersiz ve acemice bulduğumu ifade etmeliyim.
Tabii konuyu fırsat bilen kalem ve söz sahipleri de bildiri üstünden kurucu değerler ile olan hesaplaşmalarını sürdürdüler. Örneğin; Yeni Şafak Gazetesi’nin bir yazarı, bildirinin altına imza atanlardan “Osmanlı’yı yıkanların eğittiği 104 Emekli Amiral” şeklinde söz edebiliyor. Siyasi iktidarın yeniden Milli Görüş geleneğini benimsediği (!) imajını vermeye çalışan büyük ortağının; zaman zaman hilafet özlemini de dile getirmekte hiçbir sakınca görmeyen bu zihniyete, özde herhangi bir itirazının olmadığını biliyoruz. Fakat vatan, millet, beka söylemlerini kimseye bırakmayan, kurucu değerleri benimsediğini söyleyen, neredeyse kendisini devletin sahibi gören küçük ortağın; fikir ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilebilecek bu görüşleri, en azından sözde bile olsa eleştirmesini bekleyebiliriz. Muhalefet eden gazetecileri hedef gösteren, eleştirel düşünceleri “milli güvenlik riski” olarak mimleyen siyasi anlayışın bu konudaki sessizliği; fikir ve ifade özgürlüğüne duydukları saygının değil, milliyetçi – mukaddesatçı işbirliğinin taraflarının düşünsel ayrılıklarının olmadığının veya sessizliğin şifresinin aynilikte gizli olduğunun resmidir.
Matruşka gibi birbirinin içinden çıkan siyasetçilerin tutumlarını zaten yadırgamıyorum. Meseleyi köpürtmenin Türkiye’nin gerçek gündeminin göz ardı edilmesine hizmet edeceği yönünde açıklamalar yapan ve yargı kararını beklemeyi tercih eden siyasilerin yaklaşımları yerindedir. Umarım genelde olduğu gibi siyasi iktidarın rüzgârına kapılarak, temel politik açmazları bir yana bırakıp zevzeklik etmezler.