Boray Acar
Farklı kazanmak gerekiyor...
Son günlerde, eski Türkiye - yeni Türkiye karşılaştırmaları ile özellikle sosyal medyada sıklıkla karşılaşıyoruz. Yasakçı zihniyet, baskı, farklı renklere ve seslere tahammülsüzlük tarihsel sorunumuz olsa da gittikçe daha kötüye gittiğimiz hususunda aklı başında olan herkes hemfikir. 12 Eylül zihniyeti; farklılıklara olan tahammülsüzlüğünü ekranlara çıkarmayarak, gözden uzak tutmaya çalışarak gösterirdi. Bugünün otokrasisi ise zindana atarak cezalandırıyor. Seksen sonrasında siyasi ve bürokratik skandalların toplumda ve toplum baskısı ile –istemeyerek de olsa- devlet katında bir karşılığı olurdu. Şimdi ise, Peker’in ifşaatları karşısında ölü taklidi yapmayı tercih ediyorlar.
Susurluk skandalının patladığı günlerdi, sosyal medya yoktu, iletişim aygıtları sınırlı idi. Buna rağmen gündem yangın yerine dönmüştü ve her yanı saran ateş devletin tepesini de kaynatmaya başlamıştı. Şimdilerde badem gözlü olan, “Bunların ne mal olduğunu o da söylemişti…” kabilinden mesajlar ile videoları yayınlanan ve kendine özgü alaycı üslubu ile akıllarda yer etmiş olan dönemin Başbakan’ı Necmettin Erbakan’a göre; teatral yönü de olan toplumsal tepki “gulu gulu dansı” idi. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’a göre ise “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi” yapanlar, “Mum söndü oynuyorlar”dı. Gülşen’in söylediklerine içerleyen veya kinlenen zevata şöyle bir dönüp siyasi kökenlerine bakmalarını, tahkir ve tezyif nasıl oluyormuş, hatırlamalarını öneriyorum.
O dönemin devlet erkânını bu açıklamaları yapmaya iten şey ise bugüne göre daha etkili ve toplumsal duyargaları açmayı başaran bir muhalefetin ve medyanın varlığı idi. Kısmen bağımsız bir yargı müessesesi de bu türden skandallara duyarsız kalınamamasında önemli bir etkendi. Bugüne geldiğimizde, yargının iplerini elinde tutan siyasi iktidarın sessizliğine rağmen ortaya çıkacak cesarette bir adalet mensubu olmadığı ortada. İktidarın hoşuna gitmeyen yargı kararlarının altına imza atanların hâli de malumumuz. Bu ortamda; belli bir kesimin “Bu ülkenin savcıları ne iş yapıyor?” türünden feryatları da pervasız iktidar ile yetersiz muhalefetin gadrine uğruyor ve bağıran bağırdığı ile kalıyor.
Peki, muhalefet veya adlı adınca “Altılı Masa” ne yapıyor veya tüm temel politikaların iflas ettiği bu siyasi zeminde yeterli etkinliği gösteremiyor olmasına yönelik bir özeleştiri yapıyor mu? Görüyoruz toplanıyorlar ve toplanmaya da devam edecekler. Bu toplanmaların sonrasında da birlik, beraberlik ve mutlak uyum söylemleri dışında, sadece kulağa hoş gelen, yüzeysel bir takım mesajlar veriyorlar. Bizler de ne vadettiklerini duymuş oluyoruz. Ancak; bunu nasıl yapacaklarına dair bir karine hâlen daha yok ortada. Hadi özellikle İslami hassasiyetleri kaşıyan bazı şeyleri masanın dengelerini düşünerek göz ardı ettiklerini düşünelim ve yutmuş gibi yapalım. Peki bu mayınlı alan dışında kalan sahada, büyük dönüşüm nasıl başarılacak?
Altılı masadan çıkan; “Toplumsal kutuplaşma son bulacak… Öfke ve nefret dili kaybedecek… Demokrasi ve hukukun üstünlüğü tesis edilecek… Rüşvet, torpil, iltimas gidecek; adalet, dürüstlük ve liyakat gelecek… İsraf ve hayat pahalılığı son bulacak; üretim esas alınacak… Bir avuç rantiyeciye kaynak aktarımına son verilecek…” vaatlerinin devamında, tüm bunları başarmalarını sağlayacak köklü değişimin nasıl olacağına dair manifestoları yayınlayarak, tabir yerinde ise onlara el bastıklarını topluma göstermeleri gerekiyor. Bu köklü değişimin bugünün siyasi araçları ile başarılacağı tasavvur ediliyor ise buna ancak gülünür.
Özellikle seksenlerden bugüne kadar iktidar olan tüm siyasi yapıların seçim öncesindeki vaatlerinin devletin tutumunu belirleyemediğini, bilakis devletin tavrının siyasi yapıları biçimlendirdiğini gördük ve yaşadık. Bir zamanlar askeri vesayet demokratikleşmenin önündeki en büyük engeldi, şimdi ise milliyetçi damarı güçlendirilmiş siyasal İslamcı vesayetin baskısı altındayız. Seçim sonrasında bu makûs talihi kırmak, çağın gereklerini öne alan bir iktidar tarafından yönetilmek, hülasa çağı yakalamak istiyoruz.
Bu defa farklı olabileceğine inanmak istiyoruz, bunun için de seçimin kazanılması gerekiyor. Bu kemikleşmiş ve devletleşmiş yapı karşısında seçim kazanmak için öğretmenleri sınava girmemeye, öğrencileri de harç ödememeye davet etmenin yetmeyeceğinin, daha güçlü ve çözüme dair gerçek şeyler söyleyen bir iradeye ihtiyaç olduğunun artık anlaşılması gerekiyor.
Yakın dönemde kaybettikleri İstanbul seçimlerinden sonra nasıl çamura yatabildiklerini de görmüşken, seçimi kazanmak da yetmez, Murat Belge’nin son yazılarından birinde ifade ettiği üzere; “Farklı kazanmak gerekiyor.”