Serap Durusoy
Ekonomide yeni arayışlar
Yine veri akışının yoğun olduğu bir hafta yaşıyoruz. Hafta başında şubat ayı işsizlik rakamları, cari açık ve sanayi üretim miktarı açıklandı. Hane Halkı İşgücü Araştırması sonuçlarına göre; işsizlik oranının yüzde 10,7 seviyesinde gerçekleşti ve bu oranın erkeklerde yüzde 9,3 iken kadınlarda ise yüzde 13,4 olduğu tahmin edildi. Geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 21,8 olarak açıklandı. İstihdam oranının da değişim göstermeyerek yüzde 46,6 olduğu; erkeklerde istihdam oranının yüzde 64,0 kadınlarda yüzde 29,6 olarak gerçekleştiği duyuruldu.
TÜİK verilerine göre sanayi üretiminin ise şubatta aylık yüzde 4,4 (önceki yüzde 7,6), yıllık olarak da yüzde 13,3 (önceki yüzde 2,3) arttığı açıklandı. Aylık ve yıllık rakamlar ocak ayında İran kaynaklı kesintiye ve kapasite kullanımında azalma olmasına rağmen beklenenin üzerinde geldi. Bu artışta kuşkusuz kredilerin etkin olduğu söylenebilir. Zira kredi kompozisyonları incelendiğinde sanayi tarafını beslediği Temmuz 2020’den beri ticari kredilerin yüzde 40’ın üzerinde gerçekleştiği görülmekte. Sanayi üretimindeki bu olumlu gelişmenin Türkiye’yi GOÜ’den pozitif ayrıştırdığı söylenebilir. Tabi ki bunun sürdürülebilirliği çok önemli. Zira sanayi verisinden hareketle büyüme yönünde güçlü bir veri gelebilmesi için sanayinin uzun vadeli finansman sorununun çözülmesi, KGF’nin daha etkin hale getirilmesi önem taşıyor. Çünkü PMI verisi zayıf geldi. Büyümenin sürdürülebilmesinde ticari kredilerdeki desteğin devamı bu açıdan göz ardı edilmemeli.
Öte yandan cari açığın ise şubatta bir önceki yılın aynı ayına göre 2,707 milyon dolar artarak 5,15 milyar dolara yükseldiği ve 12 aylık cari açığın ise 21 milyar 845 milyon dolar olduğu açıklandı. MB cari açıktaki 12 aylık artışta dış ticaret açığının 6 milyar dolara yükselmesinin etkili olduğu değerlendirmesini yaptı. Tabi ki bu veride dikkat çeken önemli nokta, portföy yatırımlarında 765 milyar dolar tutarında gerçekleşen net çıkış. Yüksek enflasyon pahasına cari fazla yaratma ile büyüme hayali olan ekonomi yönetimi için bu çıkışın dikkate alınması gerekiyor.
Hal böyle iken siyasi iradenin yeni arayışlarına tanıklık ediyoruz. Bunlardan ilki enflasyon korumalı tasarruf ürünleri. Bu ürünlerin ne olduğu ya da olacağı şimdilik bilinmiyor. Enflasyonla mücadele edilmeyip sadece tasarruf sahiplerinin reel olarak para kayıplarının önüne geçmek amacıyla üzerinde çalışılan bu enstrümanın KKM’de olduğu gibi sınıfsal bir tercihi var. Enflasyona karşı korumak, yalnızca tasarruf sahibi ile sınırlanmamalı, tüm ekonomik aktörleri korumalı. Nüfusun yarıdan fazlasının asgari ücretle çalıştığı ülkemizde tasarruf eğilimi zaten düşük ve herkesin tasarrufu yok. Bu bağlamda bu araç, yabancıların da tercih edeceği ve bu şekilde bir döviz girişi sağlanacağı amacını da taşıyor olabilir. Fakat ekonomi yönetimi döviz beklerken bu enstrümanı tercih etmeyip tasarruflarını TL olarak tutanların, enflasyon nedeniyle yaşayacakları kayıpları göz önüne alarak tüketmeyi ya da yurt dışı yatırım araçlarına yönelmeyi tercih edebilecekleri ihtimali de söz konusu.
Aslında enflasyon korumalı enstrüman geliştirmek ‘Artık enflasyonu önleyemiyoruz’ demenin de bir diğer şekli. Bu durumun haliyle enflasyon beklentisini daha da güçlendirme olasılığı yüksek.
Sonuç olarak böyle geçici enstrümanlar halkın genelini enflasyona karşı ezdirmeme aracı olamaz.
Dolayısıyla enflasyonu düşürebilmek ve TL’ye değer kazandırmak için çözüm liralaşma politikalarında değil geleneksel acı reçetelerde yani sıkı para ve maliye politikasıyla mümkün. Ancak Sayın Bakan Nebati “Ekonomi kararlarını Cumhurbaşkanı alıyor biz uyguluyoruz” diyerek yönetim sorumluğunu devir ettiklerini açıkça belirtti. Bu bağlamda Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın ve MB’nin ana dinamiğinde enflasyon yok iken bu politikaların uygulanması beklenemez. Ancak ekonomik büyümeyi önceliklendiren ekonomi yönetiminin McKinsey Danışmanlık Şirketi’nin araştırmasına göre büyümedeki ülke riskleri içerisinde ikinci önemli risk olarak yüzde 38 ile enflasyon olduğunu dikkate almasında fayda var.
Öte yandan bir diğer arayış ise döviz kurunu baskılamaktan öte döviz rezervini artırabilmek amacıyla ihracat bedellerinin MB’ye satışının zorunlu olan kısmının yüzde 25’ten yüzde 40’a çıkarılması yönünde oldu. Bir yandan cari fazla vererek büyüme amacı güdülürken diğer yandan, ihracatı ve ihracatçıyı zora sokacak bu uygulama, çelişkiler yumağının bir örneğini oluşturuyor. Uygulama, net ihracatçılar için bir sorun yaratmayabilir. Ama ihracatının büyük bir kısmı ithal ara aramalı ve girdiye bağımlı olanlar için böyle bir karar ihracatçıyı mağdur ederek ihracat pazarının da daralmasına yol açacaktır. İhracatçı girdi almak için tekrar dövize ihtiyaç duyduğunda bunu bulması kolay olmayacak. Ayrıca dövizini TL’ye dönüştürecek şirketlere vergi istisnası getirilmesi de benzeri bir sorun yaratabilir. Zira döviz likiditesi bol değil. Nitekim sektör temsilcileri de bu yöndeki görüşlerini dile getirdi. Kaldı ki içeriden alınan hammaddenin dahi dolarizasyon nedeni ile döviz cinsinden alınıyor olması dikkate alındığında, oran yüzde 25 iken uygulamanın döviz rezervini artırmadığı sadece döviz ile yapılan işlemleri artırdığı görüldü. Dolayısıyla döviz rezervini güçlendirmek için kısa vadeli bir çözüm olarak bu oranı yüzde 40’a çıkarmak anlamsız. Ülkeye döviz girişi sağlanabilmesi ancak yatırım ikliminin iyileştirilmesi ile mümkün. Bu da bu tür yanlış politika ve enstrüman seti ile gerçekleştirilemez.