Eda Yılmayan
EDEBİYAT PİYASAYA TESLİM
Son kitabı Yazarlarevi Cinayeti’ni konuştuğumuz Oya Baydar,
“Piyasa kurallarına uygun olarak reklam, tanıtım, arkasında duran grupların gücü metnin önüne geçmeye başlıyor. İyi edebi metinler giderek arka planda kalıyor” diyor.
Türkiye’nin yaşadığı siyasal dönüşümün tanığı ve kitaplarında toplumsal meseleleri irdeleyen Oya Baydar’ın son romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’ yayımlandı. Kitabın adı bir polisiye roman izlenimi verse de merkezinde bir baba-kız var. Bir de tabi edebiyata meraklı adalı geçlerin ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yazarların buluşma mekânı yazarlar evi. Romanımızın kahramanı bir yazar. Tanınan, ünlü biri haline gelen yazar kalemini piyasanın istekleri doğrultusunda oynatmaktan pek memnun değildir. Yeni bir dil, ses arayışındadır. Bu arayışı ve yazarın ailesinin hikâyesini, adalı insanların dönüşen yaşamıyla okuyoruz. Bir yanda değişen, başkalaşan bir mekân, adadaki insanlar öte yanda yazarın esrarlı ölümü. Oya Baydar okuru katmanlı bir romanla selamlıyor. Yazarlarevi Cinayeti’nin perde arkasını kendisiyle konuştuk.
Kitabınızda bir yazarın edebi dünyasını, yazdığı eserin metalaşmasını okuyoruz. Öncelikle edebiyat piyasası ve yazarın talepler karşısında kalemini piyasanın kurallarına göre oynatmasını sizinle konuşmak isterim. Bir edebiyat eserinin metalaşması bize neyi anlatır?
Günümüzde her şey metalaşıyor. 19.yüzyılının hatta 20 yüzyılın ilk yarısının edebiyat ortamını beklememek gerekiyor. Bu metalaşma edebiyatı çok etkileyen bir şey. Bir ‘çok satarlık’ sorunu var. Her çok satar kötüdür demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Genelde piyasa kurallarına uygun olarak reklam, tanıtım, arkasında duran grupların gücü bütün bunlar metnin, yazılı olanın önüne geçmeye başlıyor. İyi edebi metinler giderek arka planda kalıyor. Çoğunlukla sabun köpüğü denilen, rahat okunan ama okuru ilerletmeyen metinler kalıyor. Okuru ilerletmek insanın derinleşmesini sağlayan bir şeydir. İyi edebiyat bunu sağlar. Piyasa kurallarına uygun giden bir edebiyatta biz bunu göremiyoruz. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil dünyada da böyle. Yalnız dünyada iyi edebiyat ortamları var. Bu piyasalaşmaya karşı belirli mekanizmalar, gelenekselleşmiş edebiyat ortamları, eleştiriler var. Türkiye’de maalesef bunlar da çok zayıf olduğu için edebiyatımızı etkiliyor bu durum. Yazarlar da çok okunayım, satayım diye belirli metinlerinden taviz veriyor.
Roman bir adada geçiyor. Sizin Marmara Adası’nda da yaşadığınızı biliyorum. Son dönemde çok okunan kitaplar arasında George Orwell’ın 1984 kitabı veya Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı da adada geçer. Adada geçen başka kitaplar da var. Adayı seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Büyük ölçüde adada yaşıyorum. Ayrıca adada bir evimiz var. Bunu bir yazarlar evi haline getirmek istiyoruz. Böyle yerlerde insanlar ev yaptırıyor, bir kuşak sonra o evler kullanılmıyor. Yazarlar evi olarak evimizi kullanalım diye düşünmüştük. Konuya da çok uygundu. Kitabımda anlattığım hikâyeyi tanıdığım, bildiğim Marmara Adası’na yerleştirdim. Bu aynı zamanda Marmara Adası’nın ve sembol olarak zamanın mekânlarda yaşattığı değişimin de romanı. Ada nasıl değişti? Ne oldu? Kitapta Marmara Adası özelikle kaybettiğimiz insanları, isimleriyle ve yaşayanları başka adlarla yer vermek üzere ada gerçek bir mekân olarak karşımıza çıkıyor.
Kitabınızda Kavafis’in şiirine yer veriyorsunuz. Roman karakterlerinden Engin bu şiiri okuyor. Yeni bir ülke bulamazsın / Başka bir deniz bulamazsın. /Bu şehir arkandan gelecek… Siz de “Adalı insanlar -adalarda doğmuş, adaların deniziyle, rüzgârıyla, yalnızlığıyla büyümüş insanlar – uzaklaşsalar bile adalarından kopamazlarmış, hep adalarını özlerlermiş, sonunda da doğdukları toprakta, doğdukları denizde ölmek için dönerlermiş” diye yazıyorsunuz. Kavafis’in de şiirinde anlatmak istediği bu mu?
Evet tamamen bu. Biraz hayatında amaçladığı yerlere ulaşamamış özellikle yazmak konusunda kahramanın ağzından söyleniyor. Hayal kırıklığını da belirtiyor. Ada çok kullanılıyor son zamanlarda. Adalarda geçen hikâyeler yazılıyor. Adaların farklı psikolojisi vardır. O küçük mekânda hayatınızı kurmak isterseniz ama adalılarda her zaman orayı aşma ve gitme ihtiyacı vardır. Benim kahramanlarım adayı aşamıyorlar. Hayallere özlem diye düşünebiliriz.
Konusu yazı olan bir kitaba nasıl karar verdiniz?
Bir keresinde metrodan çıkarken bir delikanlı gördüm. “Benim eserim, ben yazdım” diyerek kendi kitabını satıyordu, bununla çok ilgiledim. Kendi kitabını yazmış satıyor. Mendil, çiçek, çakmak satan da var ama biri kitap yazmış ve onu satıyor. Dikili’de bir edebiyat festivaline gitmiştim. Yerel edebiyat grupları beni çok ilgilendirdi. Yazmak isteyen ancak sınırları aşamayan o kadar güzel insanlar vardı ki… Dertleri sadece edebiyattı. Ben de bugün okunuyorsam, bir okur kitlem varsa, kitaplarım yayınlanabiliyorsa bu bir şanstır.
“YAŞARKEN REDDETTİĞİ BABASINA KAVUŞMAYA ÇALIŞIYOR”
Kitabınız “22 yıl olmuş” cümlesiyle başlıyor. Romanın karakteri Ceren büyümüş, avukat olmuş, çocukluğunun geçtiği, kırlarında oynadığı adadan kopalı uzun zaman geçmiş. Ada ve yazarlar evi onun için babasıyla arasına mesafe koyan bir mekân. Bir gün babasının ölüm haberini alıyor ama 22 yıl sonra birtakım işlemler için adaya ayak basıyor. Babasına neden kızgın? Bu kadar uzun süre neyi bekliyor?
Babasını reddediyor çünkü babasının kendisine ihanet ettiğini varsayıyor. Başka bir kadın için değil. Ünlü bir yazar, etrafında çok kadın var herkes öyle sanıyor ama öyle değil. Ceren bir türlü bunu hazmedemiyor. Babayı idol olarak görüyor, tanrısı ona ihanet etmiş gibi durumu görüyor ve hayatından çıkarıyor ama yüreğinden çıkaramıyor. Adaya gelmemesi ve vekilleriyle işleri halletmeye çalışması da onun sonucu ama gönüldeki babayı çıkaramadığını görüyoruz. Yaşarken reddettiği babasına ölümünden sonra kavuşmaya çalışıyor. Trajedinin bir yanı da bu. Ölümden sonra ona kavuşma hissi.
“BABAM BENİM BEN OLMAMDA ETKİLİDİR”
Sizin de babanızla özel bir ilişkiniz var. Bunu Melek Ulagay’la birlikte yazdığınız ‘Bir Dönem İki Kadın’ kitabınızda da anlatıyorsunuz. Romanınızdaki baba-kız figürüyle kendi yaşamınızda benzerlikler var mı?
Hem var hem yok. Babaya bağlılık açısından benzerlik var ama babam bana hiç ihanet etmedi. Ben de onu hiç içimden atmadım. Ölümüyle ihanet etti. Ben 15 yaşındaydım öldüğünde. Ama tabi ölüm ihanet sayılmıyor. Babaya bağlılık Ceren’den farklıydı. Babam, benim ben olmamda etkili oldu. “Ayaklarının üzerinde dur, doğru bildiğinden cayma, ne olursa olsun hiç korkma” derdi. Böyle olmanın yaşamımda fazla bir maliyeti de oldu aslında.
DENİZ GEZMİŞ ÖNCÜLÜĞÜNDE ÖĞRENCİLER REKTÖRLÜĞÜ İŞGAL ETTİ
Romanda günümüz edebiyat dünyasını eleştiriyorsunuz. Kitaplarınızla ödüller aldınız. Akademik geçmişiniz de var. Sosyalist hareketin içinde bulundunuz. İşin teorik, bilimsel kısmı için çalıştınız. Doktora çalışmanız ‘Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu’. Olaylı bir doktora çalışması. Doktoranız ikinci kez kabul edilmeyince Deniz Gezmiş’in öncülüğünde öğrenciler rektörlüğe yürüyor. Melek Ulagay’la yazdığınız kitapta da Melek Ulagay’ın rektörlüğe yürüyen öğrenciler arasında olduğunu öğreniyoruz. Nasıl bir süreçti?
Kitabı konuşurken çok sonra öğrenmiştim, bilmiyordum. Zaten dönem 1960 sonrası Türkiye’de solun yükselişi, devrimci akımların yükseldiği bir dönemdir. 68 olaylarının Türkiye’de yansıması olmuştur. 1967’den başlayarak öğrenciler son derece hareketliydi. O dönemde onun dışında kalmak zordu. Ben de kendimi romancılığa hazırlamıştım gençliğimden beri. Hatta 18 yaşındayken bir roman yazmıştım ve Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştı romanım. Az kalsın okuldan atılacaktım o roman nedeniyle. Ona hazırlanmıştım ama o süreçte tamamen yazmayı bırakıp devrimci harekete katıldım. O sırada sosyoloji bölümünde asistandım. Tezimin konusunu da ‘Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu’ olarak seçtim. Jüri tarafından kabul edildiği halde o zaman profesörler kurulu vardı. Orada sola karşı bir kesim egemendi. Tezim ikinci kez reddedildi. Son olarak bir derse girdim. Derste 80 kişi olması gerekirken 300 kişi vardı. Bir şeyler olacağını anladım. Fikir özgürlüğünden girdim, devrimcilikten çıktım. Sonra da odama girdim. Kapı tıklandı gayet hoş bir delikanlı kapıda. Ben Deniz Gezmiş dedi. Tebliğ etti. “Teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgale gidiyoruz” dedi. Ben Deniz Gezmiş’i ilk kez orada gördüm, daha sonra da görmedim. Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’ne gitmiştim. Tam 70’ler. Deniz Gezmiş’i benim evimde ararlardı. Öğrenci hareketleri başlamıştı ama hep yanlış anlatılır. Rektörlük işgaliydi ama sertleşmeye yol açan bir işgaldi bu. O zamana kadar yapıcı olmaya çalışan bir hava vardı sonra tutuklamalar başladı.
BİR DÖNEM İKİ KADIN
Melek’le oturup konuştuk. Günlerce, saatlerce. Kitabı onları deşifre ederek ortaya çıkardık. Kendiliğinden oluşan, yapmacığı olmayan bir kitaptır. Kimseye zarar vermemeye çalıştık ama o dönemin bütün ayrıntılarını da anlattık. İlginç olan sosyalist harekette tamamen karşı saflardaydık. Ben Türkiye İşçi Partisi tarafındaydım, Sovyetik taraf. Melek ise Doğu Perinçeklerin hareketinde. Hasımdır aslında iki taraf da ama sonradan o kadar güzel buluşuldu ki… Şimdi de karşıtlıkların bitmesini temenni ediyorum.
İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ HER ŞEYİN ÖNÜNE KOYMAYAN SİSTEMLERİN YAŞAMI ŞANSI YOK!”
12 Eylül sürecinde Almanya’ya gidiyorsunuz. Zorunlu bir sürgün bu. 12 yıl Almanya’da kalıyorsunuz. Berlin Duvarı’nın yıkılışını ve çözülüşü görüyorsunuz. Sığındığınız liman edebiyat oluyor. Siyasal anlamda sosyalizmin çözüm olmadığını mı düşündünüz?
Hayır. Sosyalizmin ütopyasında, kendisinde değil, uygulanış biçimlerinde maalesef çok büyük yanlışlar yapıldı. Marksizmin, sosyalizmin özünde ne varsa ona karşı işler yapıldı. İnsanın özgürleşmesi, bütün zincirlerinden kurtulması, tahakkümün yok olması ile çıkılan bir yolda tam tersi işler yapıldı. Proletarya diktatörlüğü Marksizmin de Leninizmin de temelidir. Sonradan kitaptan çok önce sosyalist sistemin yıkılmasından da önce düşünmeye başlamıştım. Diktatörlük kimin olursa olsun diktatörlüktür. Proletarya diktatörlüğü de başka sınıfların ezilmesi anlamına gelir. Ben bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Ben hala sosyalizmin ütopyasının, özünün dünyayı da kurtaracak belki de öyle gelişir umut edelim ama pratiklerinin ve yaşananların ona ters olduğunu düşünüyorum. İnsanın ve başkalarının özgürlüğünü her şeyin önüne koymayan sistemlerin yaşama ve yararlı olma imkânı da yok!
Güncel konular da kitabın meselelerinden biri. Karakterler üzerinden bunu okuyoruz. Örneğin “Rakı öyle pahalılandı ki son zamanlarda, insan müşteriden utanıyor. Üstelik fiyatın en az yüzde 70’i vergi…İktidar, ölümlerin nedeninin rakıdan değil fiyat artışlarından olduğunu bir anlasa!...” diye anlatıyor yazarlar evinde bulunmuş adalı şair.
Kitap bambaşka bir döneme ait değil. Bu konuşma bile adadaki içkili bir mekânda olan bir konuşmadır. “Ben utanıyorum müşteriden” diyordu adadaki bir mekân sahibi. Herkese içkisini getirme imkânı da veriyordu adadaki bir işletme mesela.
‘SAVAŞ VE BARIŞ’ ROMANINI YENİDEN OKUYORUM
Adada FETÖ’den tutuklanıp götürülenler de var veya ataması yapılmayan öğretmenler de… Toplumsal meselelere değiniyorsunuz. Yaşadığı toplumun gerçeklerine yer vermeyen bir roman edebi bir eser olarak değerlendirilebilir mi?
Bu sorunun çeşitli cevapları olabilir. Kalıcı edebi eserler çoğunlukla bir dönemin atmosferinin ürünüdür. Örneğin ben yeniden Savaş ve Barış’ı okuyorum. Bir dönemi anlatıyor. Bir edebi eserin mutlaka böyle olması da şart değildir. Psikolojik romanlar hatta ütopyalar olsun belirli bir zamana oturmazlar fakat yazarların kendileri, tarzları, ele aldıkları konular bir toplumu ve dönemi yansıtır. Belki yapay zekâ roman yazmaya başladığında farklı bir şey olabilir.
“DURDURUN DÜNYAYI İNECEK VAR”
Kitabınızda bir yerde romandaki karakterlerden biri “Durdurun dünyayı inecek var” desem inecek yer de yok. Sadece buraya özgü değil, her yerde aynı değer kaybı, aynı avamlaşma yaşanıyor. Lümpen dili, mafya tarzı revaçta” diyorsunuz. Yeni dünyanın yarattığı insan tipine bir tepki mi?
Evet bu gidişata hayır demek. Genel olarak böyle bir gidişat var. Değersizleşme, avamlaşma, lümpenleşme ama buna karşılık gençliğimde bile olmayan olumlu genç ve orta yaşlı kuşak var. Doğayı korumak için verilen mücadele, kadınların mücadelesi, hayvan koruma bunların hepsi devrimci adımlar. Bunları özveriyle yapan kuşaklar var. Daha iyi bir dünya için çabalayan insanlar her zaman azınlıktı. Onların eylemleriyle fikirleriyle dünya bir yere kadar da geldi. Kötü bir dönem geçiriyoruz ama bunu geçici bir dönem olarak görüyorum. Ben göremesem de gençler görsün. İyi insanlar var. İnsanın dünyada doğayla bütün olduğuna inanan, ayrımcılığa karşı hiç küçümsenmeyecek bir azınlık var.
Kitabın sonunu söylemeyelim ama toplumsal bir sorun okuru bekliyor. Kürt meselesi. O kadar güzel işliyorsunuz ki bunu. Dengbejleri, kültürel öğeleri, masalları merak ediyoruz. “Ne çok dünya var bu dünyanın içinde” diyerek farklı dünyaları da aktarıyorsunuz okura.
Dengbejler; kilamları, masalları, ahenkli bir sesle müzikle okurlar. Şarkı, türkü değildir, sesli şiir, sesli masal, destan. Geleneklerin, masalların bir dönemden diğerine geçmesini sağlar. Kadın dengbejler olduğunu çok sonra öğrendim. O nedenle romanda kadın dengbej kullandım. Binlerce yılın ürün olanı düşünce tarzının, inançların yoğrulduğu bir kültür ve onun bize yansıması. Bundan yararlandım. Bizim yazarımız tanınmış ama kendini iyi bir yazar olarak görmüyor. Bunu fark etmeye başlıyor. Yeni bir dil arayışına giriyor. Çeşitli rastlantılarla bunu bir kadın dengbejin dilinde buluyor ve onun dilini kullanarak yepyeni bir şeylere açılmaya açılıyor. Kürt meseli de bizim realitemizdir. Özelikle Kürt meselesine girmek için yazmadım. O tür kitaplarım da var ama ancak o atmosferi o kadın dengbej üzerinden yansıtmak için o karakter var.
ÇOK SATANLAR
1. Sahneye Adanmış Bir Ömür: Metin Akpınar, Zeynep Miraç
2. Zamansız, Latife Tekin
3. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig
4. İnsan Geleceğini Nasıl Kurar? İlber Ortaylı
5. Mutlu Olma Sanatı, Arthur Schopenhauer
HAFTANIN KİTAPLARI
Uzun Yolculuğum BİR YANIMIZ HEP ÇOCUK KALDI
Halim Spatar
İletişim Yayınları
Türkiye solunun önde gelen isimlerinden Halim Spatar’ın ölümünden sonra bilgisayarında bulunan ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış anılarını içeren ‘Bir Yanımız Hep Çocuk Kaldı’, Spatar’ın çocukluk günlerinden yürüttüğü siyasal mücadeleyi anlatıyor. Spatar’ın doğup büyüdüğü İzmir’den Dünya Barış Festivali’ne, çıkarttığı dergilerden İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarına, Türkiye Komünist Partisi’ne yönelik 1951 Tevkifatı’ndan 1980 darbesi sonrasında Mamak Askerî Cezaevi’ndeki zorlu günlere uzanan anılar bir döneme ışık tutuyor.
KOŞARADIM
Itır Erhart
Koala Kitap
Hayatı Şikago’da bir otobüs durağında Team İn Training’in “maraton koşmak zor mu zannediyorsun, kemoterapiyi dene” afişini gördüğü an değişen Itır Erhart, sosyal fayda için koşmaya başladı. Erhart, Koşaradım kitabında aşk, koşu, sanat, eğitim, sosyal girişimcilik, kadın erkek ilişkilerine dair birçok konuya değiniyor ve tüm bunlara farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor.
MELEK, TERÖRİST, FAHİŞE
Osman Balcıgil
Destek Yayınları
Dönem romanlarının yazarı Osman Balcıgil yeni kitabıyla okuru 70’lerin ortalarına götürüyor. Melek, Terörist, Fahişe kitabında “siyaset ve devlet kurumlarının da marifetiyle semiren terör, mafya, genelev” gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bir peep show yıldızı olan Holly, İstanbul’a gelip Matild Manukyan’ın genelevlerinden birinde çalışmaya başlayacak, zaman içinde aslında gerçeğin hiç de göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkacaktır. Melek, Terörist, Fahişe Destek Yayınları’ndan çıktı.
HANEDEN EV HALİNE
Seyhan Kurt
İletişim Yayınları
Evin etrafında şekillenen mekân kültürü, tüm kültüre ve hayat tarzına damgasını vuruyor. Seyhan Kurt, bu mekân kültürü bilinciyle “geleneksel türk evi” denen imgenin sabit mimari bir form olmadığını, gündelik hayat pratiğiyle iç içe sürekli dönüştüğünü gösteriyor. Bu dönüşümü anlamak için de mutfak ve oturma odasının veya balkonun anlam ve önemini inceliyor.
ÇOCUK KİTAPLARI
ADI SIFIR
Luigi Ballerini
Çeviren: Tülin Sadıkoğlu
Çağdaş İtalyan edebiyatının ödüllü yazarlarından Luigi Ballerini’nin, bilimkurguyla distopyayı harmanladığı ‘Ası Sıfır’ isimli kitabını Türkçe’ye Tülin Sadıkoğlu çevirdi. Yazar teknolojiyle biçimlenen dünyanın geleceğine “dronlar eşliğinde” bakıyor, aile kavramını sorguluyor. Günlük yaşamın her ânını ele geçiren teknolojinin etik sınırlarını ve kullanım amaçlarını sorgulayan roman dünyanın geleceğini düşünenleri, insanın en temel duygularında keşfe çıkarıyor. Edebiyat yayıncılığında 10. yılını kutlayan ON8, ödüllü yeni kitabıyla her yaştan okura güncel tartışmalar sunuyor. 2016 Bancarellino Ödüllü kitabı tüm okurlar için öneriyoruz.
DENİZLER ALTINDA YİRMİ BİN FERSAH
Jules Verne
Can Yayınları
Jules Verne’in ilk defa 1870 yılında yayımlanan ve en sevilen eserlerinden biri olan Denizler Altında Yirmi Bin Fersah Profesör Aronnax, sadık hizmetkârı Conseil ve ünlü zıpkıncı Ned Land’in esrarengiz nesneyi yakalamak için çıktıkları maceralı bir yolculuğu anlatıyor. Kocaman siyah bir deniz canavarı okyanuslarda bir belirip bir kaybolur. Tek bir darbesiyle hiç zorlanmadan koca gemileri denizin derinliklerine gömen bu yaratığı avlamak için başlatılan sefer acaba başarılı olacak mı? Yoksa denizlerin altında bambaşka bir sır mı gizli? Jules Verne okurlarını maceralı bir yolculuğa çıkarıyor.
KÖTÜ SÜRPRİZ
Esra Ercan Bilgiç
Final Yayınları
Dijital medya ve çocuk alanında eğitimler veren İletişim Akademisyeni Esra Ercan Bilgiç dijital medya okuryazarlığı üzerine bir kitap serisi hazırlıyor. Final Yayınları’ndan çıkan serinin ilk kitapları siber zorbalık ve internette dolaşan sahte haberlerle ilgili. Kitabın çizimlerini Macide Damla Akyürek yaptı. Yazar çocuklar ve aileler için rehber niteliğinde olan kitap serisinde; sosyal medya ve interneti en faydalı biçimde kullanmaya, çocukların haklarını öğrenmesine ve korumasına odaklanıyor.