Aytuna Tosunoglu
DİŞİL GÜÇLER
DİŞİL GÜÇLER
Bu, geri dönüşsüz bir harekettir. Yola binlerce yıllık tecrübeyle çıkılmıştır. Ölümsüz kadınlar yürür. Sürekli ortaya çıkan aşağı, bayağı ve kaba olanlara bu yol kapalıdır. En üst insanlık düzeyine, insan haklarıyla kadın haklarının birbirinden ayrılmadığı bir kültürde ulaşacağımızı artık hepimiz biliyoruz. Çabalarımız kalıcı hale gelirse dünyevi olanın kalıcılığından da bahsedebileceğiz. Bakın o zaman cennet birilerinin ayakları altında mı, yoksa kadın/erkek hepimiz içinde mi yaşıyoruz…
Ksenofon’un Oikonomikos (Ekonomi) kitabında bir koca karısına “senin işin evde oturmak olacak” diyerek tembihte bulunur. Yüksek duvarları ve çok az penceresi olan Antik Yunan evlerinin içi daha sonra (yaklaşık bin yüz yıl sonra) İslam’ın gerekleri olarak benimsenecek bir düzen içindedir: Haremlik-selamlık sistemine benzer bir sistem egemendir. Evli kadınlar erkek konukların ağırlandığı oda olan andron’da (latince koridor) asla görünmezler. Evli kadınlar ve onların kız çocukları gunaikeion diye bilinen oda (latince kadın apartmanı) ya da odalarda otururlar. Eğer hanenin ekonomik durumu iyi ise ikinci katta yaşarlar ki bu, sokağın hareketinden, günlük müdahalelerinden kısaca hayattan daha da uzaklaşmak anlamına gelir. Hala milattan önce dördüncü yüzyıldan bahsetmekteyim. Hz.Muhammed’in İslam dinini kurmasına bin yıl gibi bir süre var.
Kadınsı adımlar, soğuk vücutlar ve miskinlik…
Antik Yunan kenti erkeklerin serbestçe dolaştığı, güvenli adımlarla gece ya da gündüz arşınladığı sokaklar, demokrasinin gereği olan belagat güzelliği her daim kendisinde yani istediği gibi konuşan, davranan erkekler ve onlara ait sokaklardır. Uzun sözün kısası, kent erkeklere özgürken, aynı kentin sokakları işi olmadıkça dışarı çıkmamasını, çıkmak durumunda ise kısa, duraksayan ve “kadınsı” adımlarla yürümelerini kural haline getiren erkek egemenliği altında idi. Dahası, Antik Yunanlı insan vücudunu kadın ve erkek için iki farklı oluşuma ayırmıştı. Erkeklerin vücudu sıcak kan, kadınlarınki ise soğuk kandan meydana gelirdi. Sıcak vücut yani erkek vücudu aktif, tepkisel ve canlı idi, kadınların vücudu soğuk, miskin ve gizemli dişil güçler üretendi. Bu gizemli dişil güçler, Viktorya dönemi İngiltere’si (Birleşik Krallığı) insanlarının âdet kanaması ve menopoza bakışı ile aynıdır, yani erkekler ayrı bir türdür, kadınlar ayrı...
İyi ısınan ceninler erkek, yoksun kalanlar kız…
Bundan 2500 yıl öncesinde erkeklerin kendi bedenlerinden duydukları gurur, vücut ısısı ile ilgili inançlarda yatıyordu. Vücut ısısının insanın oluşum sürecini yönlendirdiği düşünülürdü. Hamileliğin başlarında rahimde iyi ısınan ceninlerin erkek, bu ilk ısıdan yoksun kalanların da kız olacağı düşünülüyordu. Aristo, adet kanı ile sperm arasında bir bağ kurarak, adet kanının soğuk kan, spermin ise pişmiş kan olduğuna inanıyordu. Sperm daha üstündü çünkü yeni hayat yaratıyordu, oysa adet kanı âtıl kalıyordu. Aristo’nun erkeği hareket ve yaratım ilkesine, kadını ise madde ilkesine sahip (yani boşlukta yer kaplayan, kütlesi ve eylemsizliği olan şeylerden birisi!) olarak nitelemesi 2500 yıl sonrasında da yabancısı olmadığımız bir nitelemedir. Mısırlılardan kalan, Jumilhac Papirüsü (milattan önce 130 yılı) olarak tanınan bir belgede “kemikler eril, et de dişil” ilkeye atfedilir. Kaynak, kemik iliğinin meniden, etlerdeki yağın da kadının soğuk kanından oluştuğunu ifade eder. Bu fizyolojik bakış açısının, kadınlar için biçilmiş kurallardan doğduğunu söyleyebiliyoruz, değil mi? Antik Yunan kentinde kadın, erkeklerin tersine yarı çıplak, az örtülü olarak boy göstermez. Üstelik sanki ışıksız iç mekanlar onların fizyolojilerine açık ve güneşli alanlardan daha uygunmuş gibi ev içlerine kapanırlar. Evde dizlerine kadar uzanan ince malzemeden tunikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tunikler giyerler. Erkeklere özgür kentte köle gibi yaşayan bu kadınlar gittikçe daha durgun zekalı, konuşmaktan aciz hale gelip, efendilerinin ona vereceği işleri yapmaya başlar, elbet. Sennett’in ifade ettiği gibi, Antik Yunan vücut ısısı söylemini tahakküm ve boyun eğme kurallarını belirlemek için kullanıyordu. Erkeklerin çerçevesini belirlediği bir dünya idi... Peki, değişti mi?
Milattan önce var olmuş bu kadınlar hiç mi istim atmıyordu? Öyle ya, kimi baskı altında sıkıştırıp ezerseniz bir tepki gelişir.
Kaynaklar milattan önceki dönemlere ait iki festivalden ve onların ritüellerinden bahsediyor. İkisi de kadınların gerçekleştirdiği ritüeller. İlkinin adı Thesmophoria ve “soğuk kadın bedeni”ne itibar kazandırmayı amaçlıyordu. Perikles diyordu ki: “(...) Bir kadının en büyük zaferi, sizi ister övsünler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir.” Kadınların kentte konuşma yetkileri yoktu çünkü onların bedenleri soğuktu. İkinci ritüele ise Adonia adını vermişlerdi: Perikles’in Cenaze Söylevi’nde kadınları dışında bıraktığı söz söyleme ve arzu güçlerini kadınlara iade ediyordu ama sonra geri almak için. Antik dönem Atina’nın festivaller takvimi işten sonra gevşemeye yönelik eğlenceler değil yurttaşlık yaşamlarının özü olarak şekillendirilmişti. Ancak Thesmophoria ve Adonia, demokrasinin yurttaşları ile belirlediği resmi festival takvimlerinde yerini almıyordu. Yine de egemenler ritüeller sırasında kadınların 2-3 gün eve uğramamalarını da sorun etmiyorlardı. Thesmophoria kadınların birbirlerine bağlanma ve birbirlerini muteber kılma festivaliydi. Adonia ise evin içinde – daha doğrusu kimse tarafından kullanılmayan çatılarda – gerçekleştirilen ritüeller zinciri, bir festivaldi. Kadınlar madem sözde fizyolojik kusurları yüzünden evlere kapatılmışlardı o zaman Adonia Festivali kadınların hane içinde bir yerlere çekilmesini gerektiren bu kuralı dönüştürebilirlerdi. Festivale adını veren ve bir ölümlü olan Adonis, kadınların bedenleri üzerinde kendi şehvetini doyurmak yerine onlara haz vermeyi amaçlamıştı. Adonia ritüellerinin temelinde bu vardı. Gecenin karanlığında, çatıda, afrodizyak bitkilerden yayılan kokular eşliğinde kadınlar birbirlerine mahrem arzularını anlatırlardı.
Bereketi, barışı ve bağlılığı temsil eden 3 kadın…
Bu topraklarda Antik Yunan ve Mısır Medeniyetlerinin sosyal ve kültürel zihniyeti milattan öncesinde ve sonrasında ne kadar yol gittiyse, o günden bugüne kadar da aynı uzunlukta yol gitti. Antik Anadolu medeniyetlerinin kadınların omuzunda yükselmesi bir mit olarak bile anılmıyor. Orada gidilen mesafenin hangi nedenlerle unutturulduğu üzerine ne biliyoruz? Bin dört yüz küsur yıl önce Kabe’nin yakınında üç kadın heykelinin (tanrıça) yer aldığı ve onların taşıdığı kutsal anlamlar hakkında ne biliyoruz?
Eski mitler kadın bedenini etkileyen, ona yeni bir değer veren, mekanları ile büyülü ve karşılıklı olumlama alanları yaratırken yeni mitler kamusal felaketlere kucak açıyor. Çünkü erkeklerin dillendirdikleri yeni mitler aynı bakış açısına sahip erkekleri birbirine bağlarken ölümcül bir hata işliyor: Bu hayata dair bir kavrayış kazandırmamış olmak. Kavrayışın olmaması birlikte sürdürülen hayatın dağılmasına yol açmıyor mu?