Boray Acar
Derin diplomasi
Marjinal bir azınlık dışında ülkedeki siyasi âlemin kahir ekseriyetinin üstünde mutabık olduğu konuydu Türkiye’nin Suriye politikası. Bakmayın siz; muhalefet etmeyi, Tayyip Erdoğan eleştirisine hapsedenlerin bugün takındıkları tavra. “İçimiz yana yana evet diyoruz” söylemleri ile desteklenen teskerelerden, ulusalcı kalemlerin “Yeter ki dik dur, eğilme, arkandayız…” sloganlarına kadar, milliyetçi – ulusalcı – derinci - yayılmacı odakların koşulsuz ittifakları ile gelindi bugünlere.
Bu zeminde; yanak yanağa verilen tatil pozlarından “Katil Esed”e sürüklenmek ne kadar normalse, Emevi Camii’nde namaz kılmayı muhayyilemizden çıkarmak ve fütuhattan diplomasiye keskin dönüş yapmak da o denli normalleştirildi. Zira; siyasi iktidarın söylemlerinde ve politikalarında tutarlılık aramamak gerektiğini defalarca yaşayarak öğrendik. Bakın ne diyor Sayın Cumhurbaşkanımız; “Bizim Esed’i yenmek, yenmemek gibi bir derdimiz yok ki… Devletler arasında hiçbir zaman siyasi diyalog veya diplomasi kesip atılamaz… Hedefimiz; bölgesel barış oldu, ülkemizi bu krizin ağır tehditlerinden risklerinden korumak oldu… Suriye ile daha ileri seviyede adımları temin etmemiz gerekiyor.” Bu sözlerinin arasında amaçlarının “Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak” olduğunu da söylemeden geçmiyor. Oysa bir aralar; TOKİ benzeri bir model ile bölgeyi imar edeceklerini söyleyenler ve sınır dışındaki bu bölgelere devlet memuru atayarak bölgedeki hâkimiyetlerini tahkim etmeye çalışanlar da bizzat kendileriydi.
Yeni Suriye politikamıza yönelik açıklamaların yapıldığı mekânda, uçakta her neyse, kendisine gazeteci süsü vermiş birilerinin; “Ama Efendim, silahlandırdığımız örgütler; ‘ılımlı muhalefet’ olarak tanımladığımız yapılara sağladığımız lojistik destek, belli örgüt militanlarının serbest geçişi için açtığımız sınır kapıları, milli güvenlik meselesine dönüşen sığınmacılar vs.” şeklinde kendisine mukabele edemedikleri şartlarda, bu konjonktürel monologları dinlemeye devam edeceğiz demektir.
Konunun uzmanları, görmek isteyen gözler için tüm ayrıntıları ile bölgede ne olup bittiğini, yaşanan trajediyi yazıp çiziyorlar. Savaşma iştihası ile harcanan milyar dolarlar da sır değil. Konuya ilgi duyan, duymayan herkesin, hatta sokak röportajında “Bana ne ulan krizden! Bende b… gibi para var.” diyen amcanın bile duyarsız kalamadığı bir sığınmacı sorunumuz var. Bunun yarattığı toplumsal tepki o kadar ağır ki, ülkenin tüm dertlerini mültecilere, sığınmacılara bağlayan bir siyasi partimiz bile oldu. Onları geri göndermek ve İçişleri Bakanı ile sokak ağzı ile dalaşmak dışında hiçbir vaatleri olmamasına rağmen, anketlerde oy oranının yüzde bir kaçlarda zikredilmesi de konunun vahametinin açık bir göstergesi.
Kandırılmaya ve bu yüzden de yanlış yapmaya alıştık, alıştırıldık. Ve bugün, şartlar, çıkarlar, konjonktür; diplomasiden ve devletlerarası ilişkilerden bahsetme noktasına getirdi bizi. Bu minvalde görüşmeler de başlamış. Mevlüt Çavuşoğlu’nun, Suriye Dışişleri Bakanı ile Belgrad’da görüştüğünü öğrendik ki gayet normal bir gelişme. Tabii Türkiye’nin sahadaki pratiği, bu “sözde uzlaşmacı dil” ile uyuşmuyor, bu da ayrı mesele…
Normal olmayan ve irdelenmesi gereken şey ise Doğu Perinçek ile -Tayyip Erdoğan’a âşık iken AKP’den dışlanıp kapağı Perinçek’in partisine atarak servetini güvence altına alan- Ethem Sancak’ın, Beşar Esad ile hangi vasıfla ve temsil yetkisi ile görüşecekleridir. Ülke için iç ve dış politikalarda çıkmaza sebep olan böylesi bir meselenin çözümü misyonunun, “Mehmet Ağar’a kefilim” diyen Perinçek’e düşmüş olması, üstünde ciddiyetle durulması gereken bir durumdur.
Onları tanıyoruz. Siyasi tarihimizdeki rollerini, bizzat kendi söylemlerinden biliyoruz. Siyasi parti ayırt etmeksizin, her dönemde ve koşulda parlatılarak ortaya çıkarılmalarını ve hiçbir şey olmamış gibi muamele görmelerini sindiremiyoruz. Zaman içerisinde dışa vurdukları derin misyonları ve ilişki ağları ile gölge devlet adamı gibi davranarak Türkiye adına diplomatik temas kurmalarının anlamsızlığını ve yakışıksızlığını dile getirmeyi de görev biliyoruz. Biz bıraksak, kıyıya vuran bebeklerin cansız bedenlerinin akıllardan çıkmayan, yüreğimizi tırmalayan görüntüleri ve ruhlarının sessiz çığlıkları onları rahat bırakmayacaktır. Emin olun, bir tuğla çekmekten korktukları o duvarlar, meşruiyet ve temiz siyaset ile aramızdaki tecrittir ve bugün olmaz ise yarın başlarına yıkılacaktır.
Siyasetin çamura battığı ve maalesef her gün ifşa olan rezilliklerin artık toplum nezdinde normalleştiği bugünlerde, masanın çevresinde olan ve olmayan tüm muhalif unsurların da bu hassasiyet ile davranmalarını ve tavır almalarını bekliyoruz.