Eda Yılmayan
DEFNE SUMAN’DAN YİTİRDİKLERİMİZİN ÖYKÜSÜ
Yazdıklarıyla geniş okur kitlesine ulaşan, kitapları; Azerbaycan, Bulgaristan, İtalya, Çekya, Macaristan, Makedonya, Mısır, Kazakistan, Hindistan ve Romanya’da satılan, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, ABD, Yunanistan ve Hırvatistan’da basılan ve çeşitli dillere çevrilen Defne Suman ‘Yitik Ülke’ isimli öykü kitabında geride bıraktıklarımızın hikâyesini yazıyor.
On beş öykünün yer aldığı kitapta bazen anneannesini arayan bir torunun yolculuğunu, bazen bir ailenin hikâyesini bazen de Soyadı Kanunu’nun çıkmasının ardından bir ailenin karar vermeye çalıştığı soyadlarının öyküsünü okuyoruz. İstanbul ve Atina arasında gidip gelen yazar kitaba adını veren ‘Yitik Ülke’ öyküsünün İstanbullu Rumların şehirden ayrılış öyküsü olduğunu belirtiyor. Her iki şehirde yaşamasının yazım sürecine etkisini konuştuğumuz Suman, “Bir gün ait olacağıma inanmıyorum, bir şeyin yitimi için dertlenmiyorum. Bütün yitirdiklerim ve kazançlarımla kendi vücudumun içinde bir ev edinmeye çalışıyorum” diyor. Hafıza, mekân ve bellek ilişkisini konuştuğumuz yazar, İstanbul’da yaşanan değişimi ise şöyle ifade ediyor: Her uzaklaştığımda İstanbul’u özlüyorum ama her dönüşümde özlediğimin bu İstanbul olmadığının farkına varıyorum. Evde sıkıldığımda bir Beyoğlu’na çıkayım diyorum ama hep tanıdık köşeleri bulmaya çalışıyorum. Bulamadıkça hayal kırıklığına uğruyorum ama tabi bu da çok çabuk unutuluyor. Uzaklaşınca zihnimde 20’li yaşlarıma ait İstanbul beliriyor.
Geçtiğimiz günlerde ‘Kahvaltı Sofrası’ kitabı ‘At The Breakfast Table’ adıyla İngiltere’de yayımlanan ve Londra’da okurlarıyla buluşan Defne Suman’la öykülerini konuştuk.
Atina ve İstanbul arasında gidip geliyorsunuz. İki şehirde yaşamanız bir yere ait hissetmemenize de yol açabilir. Kitabınızın adından başlamak isterim. Neden Yitik Üke?
Yitik Ülke öyküsü kitabın sonunda. İstanbul Rumlarının İstanbul’dan ayrılış sürecini anlatan acılı bir öykü. Ülkenin yitirilmesi var. Ülkesinden şehrinden vazgeçmek zorunda olan insanların hikâyesi. Kitabın diğer öykülerinde de bir ülkeyi yitirmek sadece coğrafya, topraktan bahsetmiyorum, aidiyet hissi, arkadaşları yitirmek, aileyi yitirmek, yuva hissini babayı yitirmek, sağlam bir ilişkiyi yitirmek, ayağının altındaki toprağın çekilmesi, güvenlik hissini yitirmek. Yuva, ülke dediğimiz şeyin altına neleri oturtuyorsak yaşam içinde devamlı yitiriyoruz. Tüm bu yitirişlerin toplandığı bir kitap oldu. Son öykümüzün tamamına ismini vermesini istedik.
“YİTİRDİKLERİMLE VÜCUDUMDA BİR EV EDİNMEYE ÇALIŞIYORUM”
İki şehirde yaşamınız yazım sürecinizi nasıl etkiliyor?
Hiçbirimiz ait değiliz. Aidiyetsizlik insanın manevi serüveninin başını çeken bir his. Hiçbir yere ait olamamak “dünyanın en çok bu yere aitim”, “bu ülkeye, bu cemaate, bu futbol takımına aitim” diyen insanları bile tüm bu unsurlara ihtiyaç duyduğu için aidiyetsizlik çekmektedir. Bu tasavvufta da yogada da insanın doğduğu anda hissettiği kopuştur. Bu bir insanlık yarasını arayıştır. Ben bunu kabul ettim. O aidiyeti doyurabilmek için yaptığım işler, hayat denen şey. Bir gün ait olacağıma inanmıyorum, bir şeyin yitimi için dertlenmiyorum. Bütün yitirdiklerim ve kazançlarımla kendi vücudumun içinde bir ev edinmeye çalışıyorum.
Bu bir tür özgürlük de değil mi?
Mistik disiplinlerin hepsi mutlak saadetin ihtiyacımız olan şeylerin hepsinden kurtulduğumuz zaman geleceğini söyler. Mistik bir öğretidir. Özgürlük burada.
Kahvaltı Sofrası kitabınızda da bırakıp giden karakterler var. Her şeyi geride bırakmak bir tür cesaret değil mi?
Benim için kalmak daha zordur. Çekip gitmek daha kolaydır. Cesaret işi olduğunu iddia edemeyeceğim. Cesaret korktuğumuz halde yapabildiğimiz şeydir. Ama biliyorum etrafımdaki dostlarımdan, öğrencilerimden anlıyorum, gitmek zor. Benim gibi insanlar için kalmak, bağlanmaya cesaret etmek zor. Kahvaltı Sofrası’ndaki karakterler benden çıktıkları için kolaylıkla gidebiliyorlar. Aradıkları şeyi de ancak evlerinden, adalarından, ailelerinden uzaklaştıkları zaman bulabileceklerine inanıyorlar. Kitabın tezi bu.
Hafıza, mekân ve bellek arasında bir ilişki var. Yitik Ülke öykünüzde anneannesini aramak için İstanbul’a gelen bir kızı okuyoruz. “Yaz başında İstanbul’a vardığımda iki dirhem sefa ve güzellik uğruna çektiğim zahmet ve etrafımdaki kasvet beni şaşkına çevirirdi. Şehrin kendisi değil, bendeki bellek kaybıydı beni çarpan. İstanbul’dan uzaklaştığım an, gerçeğinin yerini imgesi alıyordu. Tüm seneyi bir imgeyi özleyerek geçiriyordum” diyor karakterlerden biri. Siz de gidip geliyorsunuz. Kafanızda yarattığınız mutlaka bir imge vardır. İstanbul ciddi bir değişim geçiriyor. Beyoğlu’nda bunun örneğini görüyoruz. Sizin için bu imgeler değişiyor mu? Siz her gidişinizin ardından geri döndüğünüzde hafızanızdaki şeyleri bulabiliyor musunuz?
Her uzaklaştığımda İstanbul’u özlüyorum ama her dönüşümde özlediğimin bu İstanbul olmadığının farkına varıyorum. Evde sıkıldığımda bir Beyoğlu’na çıkayım diyorum ama hep tanıdık köşeleri bulmaya çalışıyorum. Bulamadıkça hayal kırıklığına uğruyorum ama tabi bu da çok çabuk unutuluyor. Uzaklaşınca zihnimde 20’li yaşlarıma ait İstanbul beliriyor. Nerede olursak olalım iki şey varsa sabit kalan; ailemiz, dostlarımız. Onlar mekânı, şehri geri getiriyor. İkincisi de eşya. Binalar sokaklar değişiyor, caddeler değişiyor ama eşya kalıyor. Ev içi eşyaları benim için çok kıymetli. Büyükada’daki evimiz dedemden ve nenemden kalma. Taraklarını bile atmıyoruz. Büyük eşyayı bir kenara bırakın kartvizitler, jiletler, vb. Benim kendi geçmişime, kafamdaki İstanbul, Büyükada imgesine de hizmet ettiği için onlara tutunmayı seviyorum.
Eşyaları saklamanız çok kıymetli. Pek çok insanda atma ve yenisini alma dürtüsü var. Üstelik yeni alınan eşyalar eskileri gibi nitelikli ve uzun ömürlü de değil.
Ben eskiciyim. Eşimle bizim Çin öncesi alet edavat merakımız var. Nenemin bakır tencereleri duruyor. Çok da dayanıklı eski eşya.
“BİSİKLET KOLEKSİYONU YAPIYORUM”
Koleksiyon yapıyor musunuz?
Babam ünlü bir koleksiyoncuydu. Terazi koleksiyonu yapardı. Ölçüm aletleri, gökyüzünü anlama cihazları koleksiyonu yapardı. Babamdan bana geçen bisiklet koleksiyonculuğu oldu. Çok zor sığmıyorlar. Atina ve İstanbul’da duvara asıyoruz. Mutfakta bisikletler duruyor.
“KİTAPLARIMDA GERÇEKÇİ DETAYLARA ÖNEM VERİYORUM”
Kitaplarınız pek çok ülkede basılıyor. Farklı kültürlerden okuyucularınız var. Bu kadar geniş bir okur kitlesine ulaşmak nasıl bir duygu? Ne tür yorumlar alıyorsunuz?
Evrensel yazmaya çok uğraşıyorum. Evrensel yazmak derken Türkiye’ye İstanbul’a özgü parçaları da iptal etmek istemiyorum. İstanbul Rumlarını bir Amerikalı’ya anlatmak çok zor. Greek desek olmayacak. Yabancıya anlatırken zorlandığımız şeyler. Bunlara takılmıyorum. Bizim coğrafyanın Akdeniz’in, Balkanların kendine özgü karmaşasını basitleştirmeye çalışmıyorum. Bütün bu acının bu karmaşadan çıktığını biliyorum. Aidiyet, yitirmek, ait olamamak bunların da evrensel tarafı olduğunu biliyorum. Manevi arayışlara bakacak olursak onların tecrübe edilebilmesini istiyorum. Meselelerde yerelliğe dönüyorum. Sırf dünya milletleri anlayacak diye İstanbul Rumlarının en büyük yitimi olan İstanbullu Rumların gidişini basit bir şekilde anlatamam. Emanet Zaman kitabım çok okundu. Silence of Scheherazade diye çevrildi. İzmir’in yok oluş hikâyesi. İngiltere’den, Kanada’dan okuyanlar çok oldu. Bir şehrin yok oluşunu, bir yaşam biçiminin kaybını anlıyorlar. Türkiye’deki okura da yabancı. Kozmopolit İzmir bizim de bilmediğimiz bir yer. Bunun için çok uğraştım. Okur karakterleri severse, bağlanırsa hayali bir şehir de olsa Smyrna gibi geçmişe ait de olsa o şehrin yok oluş anında, İzmir bir yangınla yok olduğu için o yok oluş anında acıyı çekecektir. Gerçekçi detaylara önem veriyorum. Karakterlerin üç boyutlu olmasına uğraşıyorum ki onların acısı bizim içimizde de yankı bulsun.
“ROMAN OKUMAM DİYENLERE KIZIYORUM”
Bir paylaşımınızda “Edebiyat bir kaçış değil, yüzleşme” diyorsunuz. Öykülerinizde de okurun farklı karakterlerle ya da aslında kendileriyle mi yüzleşmelerini sağlıyorsunuz?
Kaçış olduğunu düşünmüyorum. “Roman okumam” diyenlere de kızıyorum, okumam demek bir kaçış. Her romanda okur kendini görecektir. Öyle olduğunu fark ettiği için inkâr ediyordur. Zaman içinde o tohum atılır içine. Romanda tepki gösterdiği insan gibi davrandığını fark edecektir. Roman bir empati sistemidir. Bir nevi yüzleşmedir. Empati ötekileri anlıyorum demek değildir. “Ben ötekileri kafamda nereye yerleştiriyorum?” “Bir başkası olmak nasıl bir şey?” Hesaba katmadığım zaman o kişiye nasıl yaklaşıyorum yüzleşmesidir. Ötekinin de birey olduğunu anlatma sanatıdır roman. Kötü karakter diye biri yoktur. Kötü karakter yaratırsanız kötü bir roman yazmış olursunuz. Bizim görevimiz mantıklı bütünü anlatıp onun bakış açısının da kitapta yer alması.
Roman okumak bir psikoloji eğitimi gibi aslında değil mi?
Evet yazmak da okumak da öyle. İyi bir roman okurken mesela Anna Karenina’yı okurken ciddi bir psikoloji eğitimi alıyoruz. İnsan hallerinin de evrensel olduğunu görüyoruz. Tolstoy bunu 19.yüzyılda yazıyor. İnsan olmak böyle bir şey. Coğrafyalar ve zaman içinde değişmiyoruz.
“SOSYOLOJİ BANA ÇOK ŞEY KATTI”
Sosyoloji eğitiminizin yazarlığınıza katkısı ne oldu?
Sosyoloji bana çok şey kattı. Muhteşem hocalarım oldu. Bize soyutlama denen şeyi öğrettiler. Gördüğümüz herhangi bir şeyin toplumsal, bireysel kalıbın dışında başka bir şeyin hikâyesi olduğunu öğrendik. Koltuk kanepe takımına bile baktığımızda sınıfı, zevki, sınıf atlama arzusunu taşıdığını öğrendik. Görünenin arkasındaki hikâyeleri okuma arzumuzu geliştirdik. Romancılıkta da bu çok işime yaradı. Genel bir çerçevenin var olduğunu ve o çerçevenin içinde herhangi bir hikâyeyi anlatabileceğimi sosyoloji sayesinde öğrendim.
Yitik Ülke kitabınızı size genlerini ve öykülerini aktaran ailenizin kadınlarına adıyorsunuz. O kadınlar öykülerinizi okuduğunda neler hissetti?
Şimdi çok ilginç. Büyükada’dayken Amerika’dan teyzem geldi. Edebiyat alanında bana çok destek olur. Ülker Gökberk. Kitabımı burada okudu, çok heyecanlandı, etkilendi. Eşyadan tutun olaya kadar aileden parçalar buluyorlar. Bizim ailede çok kadın var. Hemen hemen hiç erkek yok diyebilirim. Çok bol hala var. Onlara da hikâye anlattırmayı çok severim. Bana geçsin sürsün isterim. Nereden gelmişler, başlarına ne gelmiş, ilk nereye yerleşmişler. Hikâye anlatıcılığım bu şekilde gelişti. Örneğin ‘Soyadı’ öyküsünde baba tarafımı hayal ettim. Bizim soyadımıza karar verirken düşündüm onları.
SUAT DERVİŞ ‘SOYADI’ ÖYKÜSÜNDE
O öyküde Suat Derviş’e de rastlıyoruz.
Baştan sona bir oturuşta yazdım ‘Soyadı’ öyküsünü. İki genç kız var. 1934 Soyadı Kanunu çıkmış. Aile bireyleri bir arada hangi soyadını alacaklarını düşünüyor. Yazar olmak isteyen genç kız, Suat Derviş’i okuyor ve onun adını düşünüyor.
Öykülerinizin yanı sıra romanlarınız da çok seviliyor. Roman ve öykü yazmak arasında nasıl bir farlılık var?
Roman günlerce, aylarca, yıllarca yazdığınız bir şey. Öykü kısa zamanda yazabileceğiniz bir şey. Öyküde bir son görebiliyorum. Romanda yazmaya başladığımda son göremiyorum. Saklambaç’ta mesela aylarca düşünüştüm. Başını sonunu görebilmek açısından öykü daha net bir yerden konuşuyor bize. Öyküde tek bir hakkınız var, okuru vurması lazım. Öykünün okuru romana göre daha az. Öykünün nitelikli bir kitlesi var. Onlara yazarken insan biraz korkuyor. Roman öyle değil. Roman okuru olmak ve yazarı olmak daha kolay.
Yitik Ülke kitabınızdaki karakterler başka kitaplarınızda da karşımıza çıkabilir mi?
Okurlar devamı gelecek mi diye çok soruyor. ‘Çizgiler’ öykümde Berrin ve Tülin karakterleri var. Yitik Ülke öykümde de İsmini Hanım ve torunu İsmini var. Bazı karakterler yeni yazdığım ‘Çember Apartmanı’ kitabımda da olacak.
Örneğin Sadık Usta karakteriyle yeniden karşılaşmak isterim. Sadık Usta babanızın yanında çalışan Hampar Usta’ymış. “İyiliğin resmini çiz deseler onun mavi gözleri aklıma gelir” diyorsunuz. Bunu okura da yansıtıyorsunuz.
İlk defa bir yetişkin tarafından saygı görülmek nedir ondan öğrenmiştim. Sadık Usta karakteri ondan esinlenerek yazdığım bir karakter. Diğer karakterler de benim yaşamımdan çıkıyorlar. Yakın arkadaşım Yasemin var. Nur karakteri onun yaşamından izler taşıyor. Her karakterde benden bolca parçalar var. Gerçekçi olabilmesi için absürt ayrıntılara ihtiyacınız var. Saçlarının rengi, tırnaklarını kesme saati, vb. Çünkü insan bu ayrıntılardan oluşuyor. O kadar çok detay bizi biz yapıyor ki… Bunları konuşmazsak okur bunu bir tip olarak görecek, karaktere dönüşemeyecek.
‘KAHVALTI SOFRASI’ İNGİLTERE’DE BASILDI
Defne Suman’ın ikinci romanı ‘Kahvaltı Sofrası ‘At The Breakfast Table’ adıyla İngiltere’de yayımlandı. Betsy Göksel tarafından İngilizce’ye çevrilen kitap Defne Suman’ın da katıldığı bir toplantıyla okurla buluştu.
ÇocukKitapları
Beklenmedik Bir Işık
Jose Saramago
Kırmızı Kedi Çocuk
Nobel Ödüllü yazar José Saramago’nun ‘Beklenmedik Bir Işık’ adlı öyküsü, resimli özel edisyonu ve Emrah İmre’nin çevirisiyle ilk kez Türkçe’de. Yitik cennet efsanesi çocukluğu temsil eder, yoktur ötesi. Gerisi hep keşfedilmeyi bekleyen gerçekliklerdir, hayalleri günümüzde kurulur, erişilmez gelecekte saklanır. Saramago bu kez çocukları büyülü bir yolculuğa çıkarıyor.
Siyah Rüya Taşı
Cemil Kavukçu
Can Çocuk
Her şey Emre’nin sıradan bir okul günü, gizemli bir adama yardım etmesiyle başladı. Bu yardımına karşılık bir taşla ödüllendirilen Emre, rüyalarında istediği yere seyahat edebiliyordu artık. Ancak taş, Emre’yi götürdüğü rüyalarda bambaşka bir gerçeği gözler önüne seriyordu. Rüyalarında mekânlar değişiyor ama her şey aynı konuya bağlanıyordu. Çözüm üretilmezse, hepimizi etkileyecek, hayati bir konuya… Öykücülüğümüzün usta kalemlerinden Cemil Kavukçu, bu romanında doğanın ihtiyaç duyduğu acil yardımı okurlarına hatırlatıyor. Kendi yok ediciliğini görmeyen, görmekten kaçınan insana ilişkin umudu ise çocuklarda, onların farkındalığında ve duyarlılığında buluyor.
Bir Kelebek Masalı
Bir Köpek Romanı
Ruşen Işık
Dorlion Yayınevi
Ruşen Işık’ın kaleme aldığı ‘Bir Kelebek Masalı Bir Köpek Romanı’ çocuklara hayvan sevgisini, sorumluluğu, hayal etmenin sonsuzluğunu, sevmeyi, asla vazgeçmemenin gücünü, dostluğun erdemini anlatmayı amaçlıyor.
Atlas
Kıtalar, Denizler ve Kültürlerarası Yolculuk
Daniel Mizielinski
Domingo Yayınları
Atlas, Kıtalar, Denizler ve Kültürler Arası Yolculuk Rehberi, sadece coğrafi bilgileri değil, ülkelerin karakteristik yönlerini de sunan büyük boy haritaları ve çizimlerle okurları bir dünya turuna çıkarıyor. Dünyanın bin bir harikası ve ilginçliği arasında rengârenk bir yolculuk. İzlanda’nın buzulları, Mısır’ın çöl kervanları, Avustralya’nın ornitorenkleri, Madagaskar’ın dev baobab ağaçları, Meksikalıların garip bayramları ve Charlie Chaplin’den Halide Edip Adıvar’a ülkelerini gururlandıran isimler. Tüm dünyada büyük ilgi gören, İzlanda’dan Polonya’ya, Amerika’dan İspanya’ya 37 dilde yayımlanan, çocuk kitaplarında en prestijli ödüllerden Prix Sorcières (Fransa) ve Premio Andersen'i (İtalya) kazanan Atlas, devasa buzullardan küçücük böceklere, dünyamızın barındırdığı akıl almaz çeşitliliği okurlarıyla buluşturuyor.
Çok Satan Kitaplar
1. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig
2. Seninle Başlamadı, Mark Wolynn
3. Babamın Bağlaması, Kemal Varol
4. Kaplanın Sırtında, Zülfü Livaneli
5. Mermer aDAM, Jean-Christophe Grange
Haftanın Kitapları
Ne Yalan Söyleyeyim
Salon Dergilerindeki Yazılar
Nurullah Ataç
Yapı Kredi Yayınları
Ne Yalan Söyleyeyim kitabında Nurullah Ataç’ın hemen her konuya el attığı, klasik denemenin tüm özelliklerini taşıyan serbest yazıları bir araya geliyor. 1923-1942 yılları Aydabir, Resimli Her Şey, Her Şey, Foto Magazin, Resimli Hafta, Yeni Mecmua gibi belli başlı “salon” dergilerinde Ataç, şiirden müziğe, romandan sinemaya farklı alanlarda yazıyor.
Yıldızları Seyreden Kadın
Suat Derviş Edebiyatı
Hazırlayan: Günseli Sönmez İşçi
İthaki Yayınları
Günseli Sönmez Işık tarafından hazırlanan ‘Yıldızları Seyreden Kadın – Suat Derviş Edebiyatı’ İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nin düzenlediği 3. Kadın Yazarlar Sempozyumu’nda yapılan sunumlardan oluşan kapsamlı bir çalışma. Suat Derviş’in yazım sürecini, eserlerindeki kadın imgesini, İstanbul’u ele alışını, feminizme bakışını farklı yazılarda okumak mümkün. Kitap İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.
Çöken İstanbul
Röportajlar
Suat Derviş
İthaki Yayınları
‘Çöken İstanbul’ Suat Derviş’in röportajlarından oluşan bir kitap. 1937-1937 yılları arasında yayımlanan röportaj dizileri İstanbul’u ve İstanbulluları merkeze alıyor. Suat Derviş röportajlarıyla okura sahadan bildiriyor. Bazen bir kitapçıyla, bazen bir kasapla bazen de evsiz kalan, barakalarda yaşayan insanlarla konuşuyor ya da bir yankesiciyle kendi ifadesiyle “İstanbul’un altını” geziyor. Bu röportajlar hiç kuşkusuz yazarın eserlerini de etkiliyor. Bu röportajların ardından kaleme aldığı ‘İstanbul’un Bir Gecesi’ kitabında okuru karanlık, yoksul ve hasta bir şehrin sokaklarında dolaştırıyor.