Aytuna Tosunoglu
ALEVLERİN ORTASINDA 1
Bu kadını anmayı seviyorum. Onda hepimiz adına taşınan bir yük var, sanki. Bedeni mezarda, yükün bir kısmı mezar taşında. “Ortasında bile harlı alevlerin, bir altın nilüfer yetiştirilebilir”, diye kazınmış.
1963 yılının şubat ayında, dondurucu bir öğleden sonra yanına iki küçük çocuğunu da alarak evli ve çocuklu arkadaşının kapısını çaldı. Arkadaşı zaten onu bekliyordu çünkü öncesinde, “gelebilir miyim” diye telefonla aramıştı. İçeri girer girmez biraz uzanmak istediğini söyledi. Ev sahibesi için bu garip bir durum değildi. Onun özellikle son beş ay boyunca gittikçe artan bir tükenmişlik içinde olduğunun, çöküş yaşadığının farkındaydı ve onun için üzülüyordu. Zayıf bedeniyle içeriye geçen bu tükenmiş kadının yeteneğine hayrandı. Gıpta ediyordu. O, kocasından boşandıktan hemen sonra tanışmıştı onunla. Birlikte geçirilen zamanların hiçbirinde neşeli olmamıştı ama yine de onun arkadaşlığını seviyordu.
Ev sahibesi misafirini, kızının odasına yatması için götürdü. Yan odada o sırada grip geçiren kocası yatmaktaydı. Gürültünün uyuyanları rahatsız etmeyeceği düşüncesiyle alt katta bir odaya misafir çocukları (büyüğü üç yaşında kız, küçüğü bir yaşını yeni bitirmiş oğlan) kendi çocuklarıyla oynasınlar diye götürdü. Böyle bir, iki saat geçti.
Bir zaman sonra misafir yattığı odadan aşağı indi, herkesi alt kattaki odada buldu. Ev sahibesine, eve dönmek istemediğini söyledi, hemen olur yanıtını aldı. Ev müsaitti, çünkü evin iki büyük kızı hafta sonu tatili için arkadaşlarının evinde kalmaktaydı. Kızların odasında misafirini, kendi küçük oğlunun odasında da onun çocuklarını yatırabilir pekâlâ. Bu tükenmiş misafir çantasının içinden anahtarını çıkarttı ve arkadaşına uzattı, “Benim için gidip evden çocukların diş fırçalarını, pijamalarını, mavi üzerine gümüş simli elbisemi, başucumdaki iki kitabı alabilir misin?” diye sordu. Ev sahibesi, tabi ki gidecekti ve istediklerini eksiksiz alıp getirecekti.
Geri döndüğünde misafirinin küçük kızını ve oğlunu kendi oğluyla birlikte yıkadı, besledi ve yatırdı. İşi bittiğinde mutfakta bu defa misafiri, kocası ve kendisi için akşam yemeği hazırladı. Tavuk çorbasını zaten grip olan kocası için hazırda tutuyordu. Yanına dolaptan biftek çıkarttı, pişirdi. Ayrıca patates püresi ve salata hazırladı. Misafiri ilk defa keyifle yedi ve hatta “Her şey ne kadar iyi…” bile dedi. Yemekte havadan sudan konuştular. Misafirin acılarından, çıkmazlarından konuşmadılar. Henüz.
Devamında misafir, ev sahibesine çantasında taşıdığı ilaç şişelerini gösterdi. Hangisinin uyumaya yaradığını, hangisinin günün normal geçmesini sağladığını anlattı. Akşam saat on gibi uyku haplarından iki tanesini yuttu. Sonrasında, ev sahibinin aslında hiç tanımadığı birtakım insanlarla ilgili gevezelik ettiler. Bir zaman sonra konuşması tutarsızlaştı, başıboş kelimeler dökülüyordu ağzından. Uyku ilacı işe yarıyor olmalıydı. Sonra birden konuşmasının tonu değişiverdi. Oldukça duygusal ve enerjik bir şekilde kocasının kendisini terk etmesine neden olan kadın hakkında konuşmaya başladı. Acı çekiyordu. Kıskanıyordu. Kızgındı.
Kocası, kısa bir süre önce metresini İspanya’ya gezmeye götürmüştü. Biliyordu. Kendisi de güneşin bol olduğu, dondurucu soğuktan uzak bir yere gitmek istiyordu. Çocukların sağlıklarının iyi olmadığını, deniz kenarında sıcak bir yere gitmeleri gerektiğini de tekrarladı, birkaç defa. Ev sahibesi tüm sevecenliğiyle, Paskalya tatilinde onu ve çocukları güneşe ve denize götüreceğini söyledi, ancak tercihi İspanya yerine İtalya idi. “Paskalya” dedi, misafiri. Ekledi, “Çok uzakta…”
Devamı HAFTAYA…