Boray Acar
AKP kadar demokrat olamayacaklarsa
“Demokrasinin düşmanları eğer ‘komünist’ değillerse o zaman ‘terörist’, daha iyisi ‘komünist terörist’, yani Uluslararası Komünizm’in beslediği teröristlerdir…”
Bu sözler; ünlü dilbilimci Noam Chomsky’nin “Medya Gerçeği” isimli, Amerika’nın dünya halkları üstünde çevirdiği dalavereleri ve işlediği insanlık suçlarını medyayı kullanarak aklama operasyonlarını anlattığı kitabından alınmıştır. Reel komünizmin -can çekişen örnekleri haricinde- bittiği göz önünde bulundurulduğunda, terörizmi dünyaya miras bıraktığını söyleyebiliriz. İroni bir yana müesses nizamı ve onun kişisel-kurumsal uzantılarını hedef alan, onları eleştiren veya tartışmaya açan unsurları “terörist” ilan etmek bize özgü bir durum olmasa da bunu muarızlarını bertaraf etmek için ustaca kullanan ülkelerin başında geldiğimizi söyleyebiliriz.
“Ustaca kullanan” demek de ne kadar doğru olur, tartışılır. Zira bu düşmanlaştırma siyaseti sayesinde kazanılan seçimin evvelinde bir televizyon programında “Kılıçdaroğlu’nun Kandil’dekilerle video çekimleri var, ama montaj ama şu ama bu...” sözlerini bizzat Cumhurbaşkanı’nın ağzından duymuş, birkaç gün kendimize gelememiştik. Mealen; “Aslı olmasa da biz bunu yutturmak için gerekeni yaptık, gerisi milletimin ferasetine kalmış...” şeklinde tercüme edilebilir. Dolayısıyla ustaca kullanan değil de “ustaca yutturan” tanımı daha uygun olacak sanki. Kılıçdaroğlu’nu “ama o ama bu” görüntülerle terörist veya terör ile iltisaklı gösteren anlayışın elinden Sezgin Tanrıkulu elbette kurtulamazdı ve kurtulamadı da. Erdoğan, “Sözde milletvekili ama terörist müsveddesi Mehmetçiğime nasıl hakaretler ediyor… Gereken dersi devlet olarak da yargı olarak da verme mükellefiyetimiz var...” sözleriyle ateşi yaktı.
Bağımsız yargı(!) hızla harekete geçti ve fezlekeyi bakanlığa gönderdi, dokunulmazlığın kaldırılmasının ve yargı sürecinin önünü açtı. Bundan sonra olabilecekleri tahmin etmek için ortalama bir “ajans izleyicisi” olmak yeterli. Savcılığın hazırladığı ve Adalet Bakanlığı’na gönderdiği fezlekenin konusu; “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik” ve “Devletin askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama.”
Tanrıkulu’nun bu denli gürültü kopartan, kin ve düşmanlığa tahrik eden ve kurumları aşağıladığı söylenen sözlerini yeniden hatırlatalım; “TSK 15 köylüyü helikopterden attı. AİHM de bunu doğruladı. TSK’nın yaptığı her şey eleştiriden azade değil…” Hafta boyunca, 1993 senesinde Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde kaybolan kişilerden bahisle yeniden gündeme gelen bu konu üstüne yazıldı, çizildi. Tanrıkulu’nun söz ettiği olayın belgeleri, AİHM kararları yayınlandı. Hatta Yıldıray Oğur, olayı tüm ayrıntıları ile anlattığı yazısında; 2004 yılında TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun ikisi AKP’li üç üyesinin yaptığı inceleme ve yazdıkları rapordan hareketle olayı doğruladıklarını hatırlattı. Raporun can alıcı kısmı şu; “Gözaltına alındıktan sonra kaybolan kişilerin PKK ile resmi ve özel anlamda herhangi bir ilgilerinin olduğu tespit edilememiştir.”
Bu gürültünün koparılma nedeni belli… Darbe girişimi dâhil birçok badire atlatmış olan ve sonunda çareyi şoven milliyetçiliği, İslamcı kimliğinin de üstüne çıkarmakta bulan, militarizmi yücelten iktidar bu türde karalayıcı ve düşmanlaştırıcı siyasetten besleniyor. Chomski’nin altını çizdiği terörist yaratma mekanizması işliyor. Medya ve bilumum propaganda aygıtı da asılsız iddiaların yayılması ve bu hamasetin reklamının yapılması için araçsallaştırılıyor.
Buna karşılık; -Murat Sevinç’ten ilhamla- seçimden önce “cumhuriyeti, demokrasi ile taçlandıracaklarını” söyleyen, seçimden sonra da seçmen kitlesinin yarısının oyunu almakla övünen aynı adamların ortaya atılmasını; “Yıkmakla övündüğünüz askeri vesayet müessesesi hangi kurumun çatısı altında vücut bulmuştu, mesela Uganda Güvenlik teşkilatı ile mi bu mücadeleyi vermiştiniz” falan diyerek aynı sırayı paylaştıkları milletvekili arkadaşlarını sahiplenmelerini bekledik. “JİTEM ne menem bir şeydi, faili meçhul cinayetler kimin marifetiydi, tam 964 haftadır Galatasaray Meydanı’nda toplanan insanlar spor olsun” diye mi oradalar demelerini bekledik. Vekilliği boş verelim, bir insan hakları aktivistine sahip çıkmalarını bekledik. Çok kişilikli bir duruş olmayacak da olsa; yerel seçimler öncesinde, toplumsal hassasiyetler gibi gerekçelerle susmalarını bile bekledik. Ama dönem siyasetinin hayal kırıklığı Faik Öztrak çıktı ve “TSK’yı töhmet altında bırakan bu ifadelerin kabul edilemeyeceğini…” söyledi.
Başı sonu belli olan, aydınlanmış ve uluslararası hukuk nezdinde tazminata mahkûm olunmuş bir vakıa üstüne, bırakın söz söylemeyi, söylenmiş sözler karşısında susmayı dahi beceremeyen bir anlayış, değişeceğini ve ülkeyi de değiştireceğini iddia ediyor. Kahrolarak söylemek durumundayım; AKP’nin yola çıktığı günlerdeki kadar dahi demokrat olamayarak değişmektense, “hiç olmak” daha hayırlıdır…