"Vatan mahzun, ben mahzun"

Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel’in mezar taşına Namık Kemal’in “Vatan mahzun, ben mahzun” dizelerinin yazılmasını istiyor. Onların hikâyesindeki bu mahzunluk Türkiye’de aydınlarımızın ortak kaderi…

Zekeriya ve Sabiha Sertel’e ilişkin hazırladığımız dosyanın son bölümünde ‘Serteller’ kitabının yazarı Gazeteci Korhan Atay ve Sabiha Sertel’in ağabeyi Celal Deriş’in torunu, ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş’le konuştuk. Dört hafta boyunca onların hikâyesini okurlarımızla buluşturmaya çalıştık. Osmanlı’nın son dönemi, yeni kurulan Cumhuriyet, devrimler ve uzun bir sürecin ardından çok partili yaşama geçiş… Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde kontrol altında tutulan bir basın ve baskının arttığı II. Dünya Savaşı süreci...

 

Korhan Atay kitabında Serpil Eryılmaz’ın Köln Üniversitesi’nde hazırladığı yüksek lisans tezinden de faydalanıyor. Bu çalışmada Almanya’nın Nazizm propagandasını yaymak amacıyla Türk basınını nasıl kontrol altına aldığını, para yardımı yaptığını okuyoruz. Belgeler, resmi yazışmalar ve fotoğrafların yer aldığı kitap Serteller’in yaşamını tarihsel süreciyle de okumak isteyenler için önemli bir kaynak.

 

Nur Deriş ise Sabiha Sertel’in varlığından çok geç, üniversite yıllarında haberdar oluyor. Sosyalizmi benimseyen, yazılarında demokrasiyi, insan haklarını, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması gerektiğini yazan Sabiha Sertel aile içinde de saklı kalıyor. Onun yaşamının, mücadelesinin saklanması aslında o dönemde Türkiye’de yaşanan korku ikliminin de kanıtı. 1968 yılında sürgün yıllarında Bakü’de akciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitiren Sabiha Sertel’in mezar taşına yol arkadaşı Zekeriya Sertel, Namık Kemal’in “Vatan mahzun ben mahzun” dizelerinin yazılmasını istiyor. Şairin bu beyti Türkiye’deki aydınların da ortak kaderi gibi adeta. Serteller’le ilgili sorularımızı Nur Deriş ve Korhan Atay yanıtladı.

 

 

Serteller’in kitabını yazmanızda Nur Hanım’ın da büyük katkısı olduğunu okudum. Yollarınız nasıl kesişti. Serteller’in hikâyesini yazmaya nasıl karar verdiniz?

 

Korhan Atay: Nur’la biz 45 senelik arkadaşız. Tan Matbaası’nın yer aldığı, Halil Lütfi Dördüncü’nün işhanı yaptığı yerde Tan Gazetesi sergisi düzenlenmişti. Bu sergiler sırasında böyle bir fikir çıktı ortaya.

 

Nur Deriş: İki sergi oldu. Önce Tarih Vakfı’nın girişimiyle Gökhan Akçura’nın küratörlüğünü yaptığı ve bugün hâlâ hanın en alt katında ziyaret edebileceğiniz Tan Matbaası sergisi, daimî bir sergi olarak duruyor. Serginin başlığı ‘Tan Yokuşun Başı idi. Serteller’in torunu Tia ABD’den geldi, Gündüz Vassaf oradaydı. Serteller unutturulmuş bir konudur. Dolayısıyla Serteller kimdi sorusu çıktı ortaya. Tia ile bana hanın yöneticisi olan Yenal Bey bir teklifte bulundu. Serteller kimdi, onları insani yönleriyle tanıyacağımız bir sergi düzenlesek demişti ve onun üzerine Tia ile ben aile arşivinden fotoğraflar, yazılar, mektuplarla Tan Ailesi sergisi düzenledik. Bursa’ya, İzmir’e gittik. Bütün bunlar sırasında bunu artık burada bırakmayalım, kitap haline gelse diye düşündük. Korhan bunu bir ya da bir buçuk yıl içinde hallederim diyordu.

 

K.A: Dört yıl sürdü.

N.D: Kazdıkça çıktı.

 

“AİLEMİZ BİZDEN SABİHA’YI GİZLEMİŞTİ”

 

Nur Hanım siz Sabiha Sertel’den üniversite yıllarında haberdar oluyorsunuz. Onun varlığı aile içinde saklanan bir durum muydu? Neden Sabiha Sertel’i geç tanıdınız?

 

Tanışmam Ant Yayınları’ndan 1969 yılında Sabiha’nın ‘Roman Gibi’ kitabının yayınlanmasıyla oldu. Ben de 68 kuşağı olarak sol hareketin içindeydim, ilgi duyuyordum. Böyle bir kitap çıkınca Ant Yayınları neden bu başlıkla bir kitap yayınlasın diye merak ettim. ‘Roman Gibi’ bir yakın Türkiye tarihi ve bu süreçte Sabiha’nın önemli rol oynamış bir kadın gazeteci ve aktivist olduğunu gördüm ama ben onun hâlâ akrabamız olduğunu bilmiyordum. Ailemiz bizden Sabiha’yı gizlemişti. Sabiha’nın başına gelenler bu çocukların başına gelmesin diye gizlemişlerdi. Endişeleri haklı görülebilir. Üniversitede keşfettiğim zaman biraz da kızdım sonra kaygılarını anlayışla karşıladım. Sonraki yıllar bu baskının, demokrasi ve özgürlük için mücadele edenlerin uğradıkları baskıların onları neden ürküttüğünü anladım. Daha sonra da benim başkaldırdığım durumlarda bana “Sen de Sabiha gibisin’ derlerdi.

 

Sabiha Sertel’i aileden kime sordunuz? Size kim anlattı onu?

 

Babam ve amcam ama bu bilgiyi onlardan da zor elde edebildim. Mesela bir dönem ABD’de bulunduğumuz için onların büyük kızı Sevim ile de görüşürdük. Ailece görüşürdük orada bile Sabiha’nın farkında değildim. Hayattaydı o zaman fakat Soğuk Savaş dönemi, onlar da çocuklarını korumak zorundaydı. Serteller’in büyük kızı Sevim, Associated Press’te çalışan bir gazeteciyle Frank O’Brien ile evliydi. Serteller de o dönem çok dikkat ediyorlarmış, mektuplarını hep Viyana üzerinden gönderiyorlarmış.

 

  1. DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA

NAZİLERİN DESTEKLEDİĞİ TÜRK BASINI

 

Kitabınızda II. Dünya Savaşı sürecinde Almanya’nın Türk basınına yaptığı maddi desteklerin belgeleri var. Naziler Türkiye’de bugünkü tabirle ‘yandaş medyaya’ para yağdırıyor. Bu belgelere ulaşmanızda Serpil Eryılmaz’ın Köln Üniversitesi’nde yaptığı yüksek lisans çalışmasının da katkısı olduğunu okuyoruz. O dönem nasıl bir basın var?

 

K.A: Bugünkü yandaş basınla çok da paralellik kurmak mümkün değil. İktidar yandaşlığı değil Nazi yandaşlığı ve bunun parayla satın alınması söz konusu. Hıfzı Topuz’un değerlendirmesine göre Yurt ve Dünya, Yeni Ses, Tan ve Adımlar gibi sol gazeteler var. Ahmet Emin Yalman’ın CHP’ye karşı liberal ekonomiyi destekleyen Vatan Gazetesi var. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin Gazetesi var. Zaten Tan Matbaası’nın basılmasına yol açan yayın ve şahıs. Onun dışında Peyami Safa, Cihan Baban gibi Alman yanlısı yayınlar yapan Tasvir-i Efkâr ve ona benzer gazeteler var. Tan öne çıkıyor, Almanya’da Nazi partisi iktidara geldiği andan itibaren yoğun bir şekilde Nazi karşıtlığı üzerine yayınlar yapıyorlar. Bundan Naziler mutsuz. Von Papen büyükelçi olarak Türkiye’ye geldikten sonra yandaş medya yaratmak için büyük bir propaganda çalışmasına başlıyor, büyük paralar dökülüyor. Elimizde Serpil’in tezinde kullandığı arşiv belgeleri, yazışmalar var. Hangi gazetelere ne kadar verildiği ne yapıldığı net bir şekilde anlatılıyor. Reklam ajansları dahi kontrol ediliyor.  Türkiye’de Yahudi kökenli reklam ajansını kullanmayın, parti ajansını kullanın diye sıkı talimat veriyorlar.

 

Peyami Safa’nın çıkardığı Gün ve Yirminci Asır gazeteleri Nazi parasıyla çıkıyor. Niyazi Berkes ‘Unutulan Yıllar’ kitabında Peyami Safa’nın radyoda Hitler’in sesini duyduğunda heyecandan olduğu yerde titrediğinden, Hitler’in müthiş etkisi altında kaldığından söz eder. Aslında Peyami Safa, Serteller çiftiyle de aynı yayında çalışmış, Nazım Hikmet’le de yol arkadaşlığı yapan bir isim. Nasıl oluyor da tamamen farklı bir kimliğe bürünüyor?

 

K.A: Peyami Safa’nın tanınmasını sağlayan kişi Nazım Hikmet. Yakın dostu. Nazım’ın yetenekli bulup elinden tuttuğu bir yazar. Peyami Safa hiçbir zaman sosyalist ya da TKP’li olmuyor. Mesafeli duruyor. Kalemi güçlü. Onu meşhur eden 9. Hariciye Koğuşu’nun basılmasını Nazım sağlıyor. O kitap Serteller’in Resimli Ay Matbaası’nda basılıyor. Resimli Ay da Peyami Safa da zaman zaman yazılar yazıyor. Zamanla ters düşüyorlar ve ayrılıyorlar. Bu ayrılma amansız bir düşmanlığa dönüşüyor. Nazım Hikmet, Peyami Safa hakkında onu aşağılayan şiirler yazıyor. Nazım Hikmet, onu ihanet etmiş olarak kabul ediyor. II. Dünya Savaşı yılarında Peyami Safa’nın Tan Gazetesi’ne düşmanlık beslediğini görüyoruz. Kendi çıkardığı gazetelerin yanı sıra Cumhuriyet Gazetesi’nde farklı isimler kullanarak yazılar yazıyor. Özellikle Tan Gazetesi ve Sabiha Sertel’le uğraşıyor. Bu yazılar nedeniyle Sabiha Sertel dava açıyor ve mahkeme kararıyla gazete 150 lira ceza ödüyor.

 

 

GOEBBELS’TEN SABİHA SERTEL’E: ONUN DİLİNİ KESECEĞİM

 

 

Kitapta dikkatimi çeken önemli ayrıntılardan biri de Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in Sabiha Sertel’in dilini keseceği iddiası. Nedir bu işin aslı?

 

N.D: Savaşın ilk yıllarında Sabiha’nın zaman zaman yazması yasaklanıyor. Almanya’da gelişen duruma ve Nazizm’e şiddetli karşı koyuyor ama yazmaya başladığı anda da sözünü esirgemiyor. Belki İstanbul’da ya da Ankara’da Alman bir kadın gazeteci kendisiyle temas kuruyor ve “Goebbels size çok kızıyor” diyor. Otobiyografisini yazdığı ‘Roman Gibi’ kitabında Sabiha “O benim dilimi koparamadı ama onun dili ebediyen sustu” diyor.

 

Tek parti iktidarında basına uygulan sansürle bugün arasında bir paralellik kurulabilir mi?

K.A: O dönemde gazetecilik bu dönemdeki kadar zor. Belki o döneme bakmak bugün nasıl hal aldığını görmemizi sağlayabilir. Yazdıkları makale yüzünden Cevat Şakir ve Zekeriya Sertel İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanıyorlar. Neyse ki sürgün ediliyorlar. Bir süre sonra mahkeme ve davaya da gerek kalmıyor. İstedikleri zaman herhangi bir emirle gazete kapatabiliyorlar, toplatabiliyor ya da tamamen kapatabiliyorlar. Mahkemelerin bugün de durumu belli. Anayasa Mahkemesi’nin durumu ortada. Benzer bir yolda gidiyoruz.

 

BİLİNEN FAKAT SADECE SEYREDİLEN BASKIN

 

 

Tan Matbaası baskınına daha önceki söyleşilerimizde değinmiştik. Ancak bazı ayrıntılar var. O gün neler yaşanıyor?

 

N.D: Can Dündar’ın ‘O Gün’ adında olayın içinde bulunan kişilerin tanıklıklarıyla hazırladığı çok güzel bir belgeseli vardır. Tamamen o dönemde hükümetin, Milli Şef yönetimindeki CHP iktidarının düzenlediği bir olaydır. Üniversite öğrencileri tahrik ediliyor, hatta bir gün öncesinden öğrencilere bir nümayiş olacağı bildirisi yayılıyor. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin Gazetesi’ndeki ‘Kalkın Ey Ehli Vatan’ çağrısı ki Namık Kemal’e atfen yapılmış bir alıntı o. Namık Kemal vatan savunması için onu söylerken Hüseyin Cahit bunu Serteller’e ve Tan Matbaası’na karşı bir saldırı silahına dönüştürüyor. Giderek büyüyen bir nümayiş, sonunda Cağaloğlu’na ulaşır. Belki gözden kaçan bir ayrıntı vardır. CHP’nin il binası Hürriyet Binası’nın karşısındadır. Hâlâ da duruyor o bina. Orada pencerede Alâettin Tiridoğlu isminde bir şahıs görülüyor. CHP içinde o dönemde ilginç bir uygulama var. CHP kendi il merkezlerini başka il merkezleri başkanları tarafından kontrole tabi tutuyor. Tiridoğlu başka ilden olduğu halde İstanbul’da bulunuyor ve bu tezgâhın içinde de önemli rol alıyor. O dönemin Milli Şef yönetiminin, CHP’nin hatta İstanbul valisinin haberdar oldukları bir tezgâh söz konusu. Matbaayı yıkmaya hatta yakmaya çalışıyorlar. İlginç bir tanıklık daha var. Kendisini ırkçı ve milliyetçi olarak tanıtan bir kişi Celadettin Moralıgil şunu söylüyor: Matbaa makinelerini kırmaya çalışırken üniversite öğrencisine benzemeyen bir kişi “Bu makineleri böyle kıramazsınız” dedi diyor. “Bu harfleri alacaksınız makineyi çevirdiğinde makineyi çalışamaz hale getirecek” diyor. Bunu bilen birisi polis miydi diye düşündüm diye anlatıyor. Ürkütücü olan şey baskının sabahında iki sivil giyimli adam hanın girişine kırmızı mürekkep şişeleri bırakıyor. O sırada dükkânın sahibi olan kişi “Nedir bunlar” diye sorunca “Sen karışma, polisiz ne yaptığımızı biliyoruz” diyorlar. Serteller uyarılmış olmasalar ve o gün orada olsalar bir linç hareketinin araçları olacakmış. Plan şu: Serteller’i ele geçirmek, hatta onları soymak, sokağa indirmek, üzerlerine kırmızı mürekkep şişelerini boca edip “Kahrolsun kızıllar”, “Kahrolsun Serteller” naralarıyla linç hareketine girişmek.

Nail Çakırhan o sırada gazetede. Sürekli Zekeriya Sertel’i uyarıyor, telefon ediyor. Zekeriya da “Merak etme vali Lütfi Kırdar’la konuştum, her tedbiri almış” diyor. Çakırhan yeniden telefon ediyor “Polis burada ama karşıdaki sokakta seyrediyor” diyor. Polisin tamamen seyrettiği bir olay bu.

 

K.A: Nail Çakırhan çatıdan yandaki binaya kaçıyor, işçiler kaçırıyorlar. Ama Lütfi Kırdar’ın şöyle bir durumu var.  Tüm bunlardan da haberdar olduğunun kanıtı aslında. Serteller’e “Yarın gazeteye gitmeyin” diyor. Sabiha ve Zekeriya’yı linçten kurtarıyor ama bütün bunları da bildiği anlaşılıyor.

 

N.D: Biliyor ve izliyor. Olay devam ederken o kalabalık Sirkeci İskelesi’ne iniyor, amaçları vapura binip Moda’daki evlerine saldırmak.

 

Zekeriya Sertel, Lütfi Kırdar’a “Gazetemi koruyamadınız, can güvenliğimi koruyun” diyor.

N.D: Lütfi Kırdar’ın yine müdahalesine görüyoruz. “Merak etme vapurun yönünü Adalar’a çevirttim. Size gelmeyecekler ama siz gene de evde durmayın” diyor. Yakından izleyen, durumu bilen birisi.

 

Baskın sırasında Necip Fazıl da var. Onu da unutmayalım.

K.A: Necip Fazıl Tan’ın olduğu sokağı gören bir binada. Sokağa bakan pencerede arkadaşlarıyla oturuyor. Büyük bir keyifle baskını izliyor. Büyük Doğu Gazetesi’nde imzası olmayan ama onun olduğu bilinen yazıda baskını yapanları göklere çıkartan bir yazı yazıyor.

 

Fotoğraf: Serteller mahkeme fotoğrafı

 

Tan baskınının ardından 45 gün sonra Sabiha ve Zekeriya Sertel tutuklanıyor. Tutuklanmalarının ardından 114 gün sonra özgürlüklerine kavuşuyorlar ama buna özgürlük diyemeyiz. Gözetim altındalar, her yaptıkları adım adım izleniyor.

 

K.A: Hatta evlerine aldıkları hizmetçi, polisle ilişkili birisi çıkıyor.

 

ABD’YE İLTİCA TALEPLERİNİN REDDEDİLMESİNDE  

AHMET EMİN YALMAN’IN ROLÜ

 

Ahmet Emin Yalman ismi önemli. Daha sonra onu Serteller çiftinin ABD’ye iltica etme talepleri sürecinde de görüyoruz. Tan baskınında Ahmet Emin Yalman’ın bir etkisi var mı? ABD’ye gidişlerine nasıl engel oluyor?

 

K.A: Ahmet Emin Yalman iktidara muhalif ama liberal bir muhalif. O da cezalar alıyor. Tan baskınından kısa bir süre sonra Zekeriya Sertel Amerikan büyükelçiliğine başvuruyor. Kızlarıyla birlikte ABD’ye iltica etmek istiyorlar. Damatları O’Brien da onları destekliyor. ABD onların bildiği, defalarca gittikleri bir ülke. Reddediliyorlar. Buna ilişkin bir yazı var. Elçilik içinde bir kişi ABD Dış İşleri Bakanlığı’na “Benim güvendiğim bir kişi bu iltica talebini kabul etmeyin çünkü Sabiha Sertel solcudur, komünisttir, Sovyet yanlısıdır” diyor. “Zekeriya Sertel komünist değildir ama karısı ne istiyorsa onu yapıyordur, almayınız” dedi diyor. Bir yıl sonra başka bir yazışma daha bulunuyor. Büyükelçi doğrudan dış işleri bakanlığına Tan baskını ile ilgili bir yazı yazıyor. Bu baskını Ahmet Emin Yalman’ın nasıl değerlendirdiğini anlatıyor. Gazetenin Sovyet yanlısı olduğunu, bölücülük yaptığını ve kapatılmasının doğru olduğunu söylüyor. Bu iki yazışmayı arka arkaya koyduğumuz zaman Sertel ailesinin iltica talebinin Ahmet Emin Yalman’a danışıldığı ve onun da olumsuz kanaat belirttiği anlaşılıyor.

 

Ahmet Emin Yalman’ın ABD ile nasıl bir ilişkisi var?

 

N.D: Columbia Üniversitesi’nde Felsefe doktorası yapıyor. Serteller’le Selanik’ten başlayan bir ilişkileri var. Ahmet Emin Yalman da Selanikli. Tanışıyorlar. Bir dönem de İstanbul’da basın hayatında yolları kesişiyor. Tan çıkarıldığında gazetenin ilk sorumlusu Ahmet Emin Yalman.  Sabiha’nın yazmamasını şart koşuyor. İşgal yıllarında Amerikan mandasını savunuyor. Daha sonra Kuvâ-yi Milliye’yi destekliyor ama onda Amerikancı tavrı bir izlek olarak görebiliyoruz. Özellikle Sabiha’yı hedef alması ama her ikisinin de işine gelmeyen bir gazetecilik yapmaları çok önemli bir etken.

 

Tan baskınından beş yıl sonra Serteller yurtdışına gidiyor. Ancak bir seyahate gidiyor gibi yurtdışına çıkıyorlar. Yanlarına pek bir şey almıyorlar. Aileden geriye neler kaldı? Belgelere, yazdıklarına ulaşmakta zorluk yaşadınız mı?

 

N.D: 45’te Tan baskınından sonra bir şekilde Türkiye’de varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar ama evleri sürekli göz altında. Bir baskın sırasında yazdıklarına el konuluyor. Bir reklam ajansı kuruyor Zekeriya Sertel ama kimse iş vermiyor onlara. O dönemde biraz da onların hayatını kolaylaştıran kızları Sevim’in çocuklarıyla gelip onlarda kalmaları oluyor. Korkunç baskı altında olmalarına rağmen bu duruma katlanmalarını kolaylaştıran bir durum. Nazım’ın uzayan hapisliği, Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, ABD’ye gidemeyeceklerini anlamaları... Tan o kadar başarılı bir gazete ki müreffeh bir hayat yaşıyorlar. O dönem Moda’daki evleri aydınların, sanatçıların buluşma mekânı. Sabiha Hanım’ın yemekleri, sofraları meşhur. Birdenbire her şeylerini kaybediyorlar. 1950’de DP’nin kurulmasıyla pasaport almakta yine zorlanıyorlar. Zekeriya doğrudan Menderes’e pasaport alamıyoruz diye yazıyor. Nihayet pasaport almalarına izin veriliyor. Kesin bir gidiş olmadığı izlenimini vermek için hiçbir şeylerini almadan yola çıkıyorlar. Onların hayatına baktığımızda bu sürekli bir izlek olarak karşımıza çıkıyor. Tekrarlan trajik bir vurgu. Selanik’i Balkan Savaşı’yla terk etmek zorunda kalıyorlar. İstanbul’a geliyorlar. Tan’la birlikte yarattıkları varlıklarını bırakıp ayrılmak zorunda kalıyorlar, daha sonra sürgünden de aynı şekilde ayrılmak zorunda kalıyorlar. Sürekli eksilerek, yoksullaşarak yaşamak zorunda kalan insan hikâyesi var karşımızda.

 

Sabiha Sertel’in yurtdışına gitmeden çevirdiği bazı kitaplarını ağabeyi Celal Deriş’e bıraktığını okumuştum. Bu kitaplar duruyor mu?

 

Maalesef hiçbir iz bulamadık. Daha sonraki baskı döneminde de özellikle TKP tevkifatından sonra bu tarz kitapları sıradan insan bile bulundurmak istemezdi. Bu baskı DP iktidarı ile devam ettiği gibi hep var oldu.

 

Sabiha Hanım’ın ölümünün ardından Yıldız ve Zekeriya Sertel Paris’e gidiyor. Zekeriya Bey’in Paris yıllarında yazdıkları duruyor mu?

 

N.D: Orada yazdıkları elimize ulaşıyor ama artık gazeteci değil Zekeriya. Sürekli izliyor, yorum yapıyor. Artık gözlerinin iyi görmediği, kulaklarının iyi duymadığı yıllarda da kızı Yıldız’a “Ben gazeteciyim” diyor.

 

 

Sabiha ve Zekeriya Sertel’in yurtdışına gidişlerinde Sabahattin Ali’nin öldürülmesi etkili oluyor. Nazım Hikmet tutuklu. Sabahattin Ali ile Resimli Ay’dan başlayan mesai arkadaşlıkları da var. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi onlarda nasıl bir etki bırakıyor?

 

K.A: Resimli Ay bütün aydınları buluşturan bir yayın. Suat Derviş’ten tutun da dönemin pek çok aydını desenleriyle, çizimleriyle, yazılarıyla oradalar. Bir anlamda okul gibi. Nazım sadece şiir yazmakla kalmıyor, sayfa desenlerini çiziyor. Sabahattin Ali’nin de Resimli Ay’da kitapları çıkıyor. Sabiha onu uyarıyor. “Bu kadar girişken olma, biraz daha ağırdan al” diyor. Sabahattin Ali çok heyecanlı bir yapıya sahip, genç, duramıyor. Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken katlediliyor. Çocuklarının yaşına ve onlara yakın olan birinin katledilmesi onların ülkelerindeki varlıklarını devam ettirip ettiremeyeceklerinin de göstergesi oluyor.

 

SÜRGÜN YILLARI

 

Sertelleri yurtdışında da kolay bir yaşam beklemiyor. Tek bir şehirde de değiller. Nereye gidiyorlar? Nasıl bir yaşam sürüyorlar?

 

N.D: Önce Paris’e gidiyorlar. Orada bazı TKP’liler ile bağlantı kuruyorlar. Türkiye’de bir tevkifat başlıyor, Paris’te de izleniyorlar. Ajanların kendilerini izlemesi pek muhtemel gözüktüğü için Paris’ten ayrılıyorlar. Onların yurtdışındaki hayatlarında Nazım Hikmet varlık gösteren biri. Budapeşte’ye gelmelerini sağlıyor. Budapeşte’de devlet radyosunda Türkçe yayın başlamış, orada çalışmaya başlıyorlar. 1955’te Macaristan’da olaylar başlıyor ve oradan da ayrılmak zorunda kalıyorlar. Önce Prag’a geliyorlar, bir süre sonra Nazım’la görüşmeler sayesinde bir radyo yayını başlayacağı anlaşılıyor ve Leipzig’e gidiyorlar. Orada Bizim Radyo yayına başlıyor. Bu ilginç bir deneyim. Bu süreç içinde kızları Yıldız’la hep beraberler. Zekeriya kendisine sola yakın hisseden demokrat bir kişi ama gazeteci olduğu için bağımsızlığını korumaya özen gösteriyor. Leipzig’de radyo kurulacağı zaman Nazım’ın inisiyatifiyle yapılan bir iş bu, Zekeriya’ya da iş teklif ediliyor. Profesyonel gazeteci ve ihtiyaçları var. Esas amaçları da Bizim Radyo ile Türkiye’ye yayıncılık yapmak. Türkiye’de alınamayan haberleri, yayınları izlettirmek. Onların derdi bir TKP ya da Sovyet borazanı olmak değil. Zekeriya da onun içerisinde önemli bir yer tutuyor ama bir şartı var: Sansürü asla kabul etmem diyor. O şartı kabul edilerek çalışmasına izin veriliyor. Bu ilginç bir dinamik esasında. Dengeleyici olarak da Zekeriya’nın rolünü vurgulamak önemli.

 

ZEKERİYA SERTEL SÖZÜNÜ SAKINMIYOR

 

İlginç olan aslında hep birlikteler ama siyasi olarak farklı düşünüyorlar. Sabiha ve kızları TKP’li. Gizli toplantılar yapılıyor, Zekeriya dışarıda kalıyor. Bu duruma mecbur mu kalıyor acaba diye düşünmeden edemiyor insan. İlginç bir karakter değil mi sizce Zekeriya Sertel?

 

N.D: Çok ilginç iyi ki de birlikte kalmışlar diye düşünüyorum. Daha sonra Gün Benderli ile de görüştüğümüz zaman onun da Zekeriya’dan etkilendiğini gördüm. O sırada genç bir TKP’li Gün ve daha dogmatik bir şekilde görüşlerini savunuyor. O anlaşmazlıklarda Zekeriya hem hoşgörülü ama eleştirmekten çekinmeyen bir tavır alıyor. Gün’ün de değerlendirmesi “Ne kadar haklı olduğunu gördüm” şeklinde oluyor. Başlangıçta Türkiye’deki mücadelelerinde tam bir yol arkadaşlığı görüyoruz. Mesele sosyalizmi savunmak değil demokrasiyi savunmak. Ortak mücadeleleri demokrasi, özgürlük, eşitlik ve haklar mücadelesi. Bir devrimler dönemi yaşıyorlar, heyecanlı bir ortam var. Resimli Ay’ın ikinci döneminde Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin olduğu dönemde “Bizde devrim ne zaman olur?” diye konuşuluyor, Sabiha kararlı bir şekilde karşı çıkıyor, “Önce burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmemiz lazım” diyor. Orada Marksist Sabiha’yı görüyoruz. Bunun bir aşamadan geçmesi gerektiğini ve onun henüz gelmediğini söylüyor. O demokrasi savunusu Zekriya ile tamamen paylaştıkları bir şey. Ortak olarak birlikte içinde bulundukları ortamda haklardan, özgürlükten ne kadar yoksun olduklarını birlikte yaşayan iki insan. ABD’deki deneyimleri de onlara bunu öğretiyor.  Sürgün yıllarında Sabiha bir TKP’li olarak inancını sürdürüyor. Zaman içinde idealize ettiği ortamın ne kadar o idealden uzak uygulamaları olduğunu gördükçe tabi bunları Zekeriya da görüp eleştirdikçe “Aman Zikri ne yapalım, bunları böyle kabul edeceğiz” deyip onu sakinleştirmeye çalışıyor ama bunları görüyor. Zaman içinde 1962’de yapılan konferansta iplerin koptuğunu ve Bizim Radyo’dan Zekeriya’nın uzaklaştırıldığını görüyoruz. Daha sonra Yıldız’ın ve Sabiha’nın da etkili olması engelleniyor. Bakü’ye gidişleri ve son noktayı 1965’te yazdığı bir raporla bildiriyor Sabiha. 1968’de Gündüz ve annesiyle buluştuklarında Sabiha “Bunlar faşizme gitmişler” diyor. Zekeriya Sertel hep bir gazeteci olarak dünyayı gözlemliyor, kendisini yenik saymayan bir kişilik.

 

Fotoğraf: Gün Benderli’nin kitap kapağını kullanalım. Kitabının adı: ‘Su Başında Durmuşuz’

Nazım’la fotoğraflarını kullanalım bir de

 

Kitabınızda o günlerin tanığı Gün Benderli ile de söyleşiniz var. Anılarındaki Sabiha Sertel onun için nasıl bir kadın?

 

K.A: Gün Benderli Macaristan’da yaşıyor. Epeyce uzun süren bir röportaj yaptık. Gün Benderli 1951 tevkifatından kıl payı kurtuluyor. Fransa’ya geçiyorlar. Paris’e gelen Sertel çiftiyle ilişki kuruyorlar ve beraber çalışmaya başlıyorlar. Barış Yolu adında illegal bir dergi çıkarıyorlar ve dergiyi Türkiye’ye gönderiyorlar. Sabiha üstüne düşen bütün görevleri eksiksiz yapıyor, mütevazi bir kişiliğe sahip. Gün Benderli bu duruma şaşırıyor. Bir de tabi her zaman herkesin söylediği gibi Sabiha Hanım çok güzel yemek yapıyor. Macaristan’a geçtikleri zaman da beraberler. Önceleri Sabiha Hanım’ı kendi halinde bir ev hanımı gibi görüyor. O feminist yazıları, sol yazıları yazan kişinin o olduğuna inanamıyor. Sabiha her zaman ailesiyle bir arada, ama bir yandan da taviz vermeden fikirlerini de sürdüren bir insan.

 

GÜZİN DİNO’NUN YARDIMI

 

Sabiha Sertel Bakü’de ölüyor. Zekeriya ve Yıldız Sertel’in Paris’e gelmelerinde bir ismin etkili olduğunu görüyoruz. Kim onlara yardım ediyor?

 

N.D: Bakü’de Nazım’ın da ölümünden sonra hiçbir korumaları kalmıyor. O zamana kadar Nazım’ın araya girmesiyle çok zorlanmadan hayatlarını sürdürüyorlar ama Bakü’de ciddi bir yoksulluk çekiyorlar. Oradaki hayatlarından memnun değiller. Sovyetler pasaportlarına el koyuyor. O sırada Azerbaycan Yazarlar Birliği’ndeki yazarlardan dayanışma görüyorlar ama Sabiha’nın ölümünden sonra oradan ayrılmak istiyorlar. Paris’te bulunan Dino çiftinden Güzin onlarla irtibat kuruyor. Türkiye ile ilgili Paris’te düzenlenecek konferansa resmi davetli olarak çağıracaklarını söylüyor. Sovyet makamlarına yapılacak bir başvuru bu. Gidip dönmelerini sağlayacak bir geçiş belgesi veriyorlar. Yıldız “Babamı yalnız bırakamam benimle gelmesi lazım” diyor Bakü’den birlikte çıkıyorlar. Yine yanlarına hiçbir şey almadan Paris’e geliyorlar.

 

K.A: Bir tek şey alıyorlar. Ressam Jak İhmalyan’ın Nazım Hikmet tablosu var. Onu tuvalinden söküp yanlarında götürüyorlar.

 

Kitapta yer alan önemli bilgilerden biri de Serteller yurtdışına gittikten sonra Zekeriya Sertel gizli bir görevle Türkiye’ye geliyor. O gizli görev Nazım Hikmet’le ilgili. Nedir görevi?

 

N.D: Dünya Barış Konseyi Nazım Hikmet’e bir ödül veriyor ve bu ödülün yanında bir para ödülü de var. Nazım bu paranın bir kısmının İsviçre’de bir bankaya yatırılmasını istiyor. O sırada Nazım hâlâ Türkiye’de. Bir kısmının da Türkiye’ye getirilmesi ve kaçışını sağlaması için kullanılması söz konusu. Bu görev de Zekeriya’ya veriliyor. Bu parayı ona Zekeriya veriyor.

 

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi