Tek gecelik macera mı uzun ilişki mi?

Geçtiğimiz hafta New York Times’ın saygın restoran eleştirmeni Pete Wells’in gazetedeki son yazısı yayınlandı. Wells önceki günlerde beslenmesine bazı kısıtlamalar getirmesini gerektiren sağlık sorunları yaşadığını ve bu nedenle restoran eleştirmenliği işini bırakmaya karar verdiğini duyurmuştu.

Restoran eleştirmenliği böylesi ciddi bir yayın için ve hakkıyla yapıldığında bir yerden sonra gerçekten de bedeni yorabilen bir iş. O nedenle bu kararını saygıyla karşılamak gerekiyor. Ben son yazısını heyecanla bekledim Wells’in. Ve beklediğime de değdi çünkü geçen on yılı, nereden nereye gelindiğini makro bir bakışla değerlendiren düşündürücü bir yazıyla Times’taki çalışma dönemini sonlandırdı.

Wells bu son yazısının açılış cümlesinde şöyle diyordu;

“12 yıldır restoran eleştirileri yazıyorum. Restoranlar değişti ama iyi yönde değil.”

Bu başlığın altında teknoloji çağıyla beraber hayatımıza konfor getirdiğini düşündüğümüz ve Covid salgınıyla da ayyuka çıkan birçok yeni uygulamanın iletişimi, müdavimlik müessesini, bir restorana gitmemizin nedeni olan sosyalleşme olgusunu nasıl ortadan kaldırdığını hikaye ediyordu. Konuya ilgi duyan herkesin okumasını tavsiye ederim, uzun bir yazı.

Ben kendi payıma bu yazıyı okuyunca, yazarla çoğu konuda hemfikir olduğumu düşündüm. Özellikle son zamanlarda üzerinde çok düşünüp çok konuştuğum bir konuya dikkat çekiyor Pete Wells’in yazısı; neden dışarıda yemeğe gidiyoruz?

Eskiden ailemizle, arkadaşlarımızla güzel bir akşam geçirmek, sohbete doymak, sevdiğimiz şeyleri de yemek için bir balıkçıya, bir meyhaneye giderdik. Bol sohbetli, az telefonlu, kahkahaların bazen de hüzünlü anıların doldurduğu sofralar olurdu. Yüzler güler, gözler buğulanır ama içten bir bağ, bir iletişim kurulurdu. Sevdiğimiz yerlere daha sık gittiğimizden, gittiğimiz yerde bizi tanırlardı.

Oysa bugün, yemek bir keyif değil bir fetiş unsuru haline gelmenin kıyısında… Her alanda olduğu gibi bu alanda da aşırı teknolojik iletişimin getirdiği bir FOMO – fear of missing out / bir şeyleri kaçırma korkusu- durumu var.

Yeni bir yer mi açılmış, ben nasıl görmemiş olabilirim! Pembe yumurta yapmışlar, ben nasıl fotoğrafını çekmiş olmam gibi bir haldeyiz.

Tüm dünyada toplumsal bir delilik hali, adeta.

restoran-1.jpeg

MÜDAVİMİ OLMAYAN RESTORANDA RUH OLABİLİR Mİ?

Bunun farkında olmak ve bu dalgaya kendimizi de çevremizi de kaptırmamak, sevdiğimiz lokantaları, dışarıda yemek yemenin keyfini ya da evde dostlarımız için güzel bir sofra kurmanın tadını kaçırmamak için gerçekten farkında ve dikkatli olmalıyız.

Wells’in yazısında tadım menüsü sunan restoranlara ilişkin de çok enteresan bir değerlendirme var, şöyle diyor: “Tadım menüsü sunan restoranların çoğu, haklı olarak barda oturanların hemen hemen hiçbirinin tekrar buraya yemeğe gelmeyeceğini varsayıyor. Bu yerler uzun süreli ilişkiler için değil tek gecelik maceralar için; burada sadece takılıyorsunuz.”

Üzerinde çok düşünülmesi gereken bir yorum bu. Sunduğu tadım menüsü tadıyla, deneyimiyle içerik olarak ne kadar iyi olursa olsun; sadece turistlerle ya sosyal medyada duyup gelen meraklılarla dolan ama müdavimi olmayan böylesi bir restoranda bir yerden sonra nasıl bir ruh olabilir?

O zaman haydi başka bir soruya geçelim; restoranların öznesi olma rolünü biz müşteriler ne zaman kaybettik?

Sadece adını duyduğumuz şefe ve yemeğin ne kadar farklı, ne kadar yenilikçi olduğuna odaklı bir yemek yemek; yukarıda sözünü ettiğimiz eşle dostla, kalabalık masalarda veya romantik bir yemekte müziğiyle, tadıyla, yan masayla şakalaşmasıyla, yani tüm ortamı, çevremizde olup biteni de algılayarak dışarıda keyifle yemek yeme deneyimini ne kadar karşılıyor?

FIRSAT BULDUĞUMDA SIK SIK GİTTİKLERİM…

Gözümün önünden merak edip bir-iki kere gittiğim restoranlar geçiyor, bir de her fırsatını bulduğumda gittiklerim…

Mahalledeki balıkçının üst katında seçtiğimiz balığı pişiriveren Fırtına Balıkçısı sanırım en sık gittiklerimden. Sempatik, mütevazı, bizi tanıyor, çok lezzetli ve fiyatı makul. Evime de yakın.

Bağdat Caddesi’nde arkadaşlarımla buluşmak için her zaman Neni Brasserie’ye gidiyoruz; servis ekibi mükemmel, tüm sorunlarımızı anında çözüyorlar. rüzgar mı esti? Masamız değişiyor. Şarabı mı beğenmedik? Alternatif şişe geliyor. Brasserie menüsü zengin, müzik güzel, ışık güzel.

Kent merkezindeysem Beyoğlu tarafında öğle yemeğine gitmeyi sevdiğim yer belli; Yeni Lokanta... Sessiz, sakin, Beyoğlu’nun en güzel ara sokaklarından birinde. Bir kadeh şarap söyleyip ister yemekli toplantınızı yaparsınız, ister günün yoğunluğuna bir mola verir kafanızı dinlersiniz. Aş erdiğim mantısı hep aynı kalitede, servis hep aynı sükunette, sade iç mekanı hep “cool”, insanı hiç yormuyor…

Nişantaşı’ndaysam Akkavak Sokak’a uğrayıp Tatbak’ta bir lahmacun yemeden dönersem suçluluk duyuyorum adeta!

Avrupa yakasından Asya’ya vapurla geçiyorsam uğranacak yer bellidir; Çiya’nın mutfağında bakalım bugün neler var? Belki bir kuzu kapama denk gelir, belki patlıcan borani… Hep doludur, iş çıkışına kalmadan gideyim de güzelce karnımı doyurup sonra çarşının keyfine varayım.

Büyükada’daysam Eskibağ’a bir uzanmasam olmaz; manzarası, balığı, müziği, eğlencesi aklımı çeler.

Düşünüyorum da yaşadığım şehirde, genelde hareket ettiğim semtlerdeki bu restoranlara kim bilir kaç kere gittim, sayısını bile bilmiyorum. Ve farklı sebeplerle, farklı yönleriyle hepsi de beni daima mutlu eden yerler oldu. O yüzden tekrar tekrar da gidiyorum.

Sanırım kimsenin kimseyle konuşmak bile istemediği, aramıza ekranların ve ara yüzlerin girdiği şu çağda en büyük mutluluk tek gecelik de olabilir düşüncesiyle deneyip sonra tekrar tekrar gitmek isteyeceğiniz, yukarıda saydıklarım gibi mutfağıyla, şefiyle, ortamıyla, müziğiyle, manzarasıyla; yani aslında birçok ve bazen de birbirinden farklı unsurlarıyla sizi etkileyen, memnun eden ve günün sonunda uzun ilişki yaşayacağınız restoranlarla karşılaşmak.

O halde bu Pazar’ın da dileği bu olsun…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esin Sungur Arşivi