“Şiddeti Tanımlamaktan Korkuyoruz”

İsmail Güzelsoy “Meclisten milyonlarca canlının canına kast edecek bir kanun çıkıyor. Bu ağır bir şiddettir. Yaşlı, fakir, engelli bir insanım diye yarın beni de itlaf edebilirler mi duygusu oluşturur. Yoksulluk da bir şiddettir. Geçim derdiyle uğraşırken hayatınız boyunca üreteceğiniz artı değer ölçeğinde bir para yöneticilerin bir günlük elektrik faturasına ödeniyorsa şiddete maruz kalıyorsunuz” diyor.

kitap-kapagi.jpg

İsmail Güzelsoy yeni romanı ‘Rölanti Çıkmazı’ ile okuru hayatın her alanına sinmiş şiddetle yüzleştiriyor. “Yazdıklarımın arkasında bir anlama çabası var” diyen Güzelsoy çocukluğunu yitiren Perizad’ı Kurtuluş’a bir çıkmaz sokağa götürüyor. Flüt biçiminde tasarlanan binada sürprizli, fantastik bir hikâyenin içine Perizad’la birlikte sürükleniyoruz. Kosta, Madam Anabel, Tatyos, Rölanti Çıkmazı sakinleri, kinin ve kötülüğün cisimleşmiş hali Taş Muzo ve baş yardımcısı Cumali… İsmail Güzelsoy’la Rölanti Çıkmazı’nın hikâyesini konuşmak üzere Beyoğlu’nda Mephisto’da buluştuk, endüstriyel yayıncılıktan, Türk romanı mı Türkçe roman mı tartışmasına kadar uzandık.

eda-ismai.jpg

Size Rölanti Çıkmazı’nın hikâyesini yazdıran ne oldu? Kitabın sonunda siz de karşımıza çıkıyorsunuz ve aslında film bir anlamda geriye sarıyor. İsmail Güzelsoy’un çatı arasında bulduğu bir ses kayıt cihazı ona bu öyküyü yazdırıyor. İşin aslı nedir?

Beş yıl önce Kurtuluş’a taşındım. 80’lerde bir dönem Kurtuluş’ta yaşamıştım. Her şey çok değişmiş. Semt betona gömülmüş, bir zamanların muazzam levanten konakları çökmüş… Evimin yan sokağında tadilat terzisi olan bir madam var. Kaldırıma minik bir bahçe yapmış, yolda yürürken birden küçük bir bahçenin içinden geçersiniz. Bir köpek ve kör bir kediye de bakıyordu bir aralar. Cama sürekli “Lütfen kırmayın, çiçeklerimi koparmayın” gibi yazılar asıyordu. Birkaç yıl içinde o bahçe tarumar edildi. Bunun hikâyesini yazmayı düşündüm. Her şey öylesine gerçeklik sınırlarını zorluyordu ki benim için. Bahçe geçişe engel de olmuyor hani. Birileri neden bitkilere zarar veriyor olabilir? Duvara tutunmuş bir sarmaşığı neden koparır ki insan? Ama bir yandan da bu kötülüğü sorgulamak riskli. Çünkü bir zaman sonra insan olduğundan utanmaya başlıyorsun. Bir insana bunu yaptıran ne olabilir? Duygusunu anlamaya çalışıyorum. Bu soruya verebileceğin her cevap senin bu varlık türü içinde kendini yalnızlaştırmanla sonuçlanacaktır, kaçınılmaz bir şey. Uzaklaşıyorsun giderek. Bu yıkıcı, nobran türün bir üyesi olmak gurur vermiyor sana. Yazdıklarımın arkasında bir anlama çabası olageldi. İnsanlara kürsüden seslenmeyi sevmiyorum, öyle bir yetkinliğim de yok zaten! O tarz iddiası olanlara da inanmam. Bilim de siyaset de felsefe de sanat da bir arayışın, anlama çabasının manzumesi olmak zorunda. Birlikte düşünmek, birlikte çözmek bana daha uygun. Bunu bana Dosteyevksi öğretti. Hayatım boyunca beni en çok sarsan eser Suç ve Ceza’dır örneğin... Gençlik yıllarımda Dostoyevski’den çok şey öğrendim. Öğrendiğim en değerli şey de bir metnin anlama ve çözümlemeyi bir arada içermesidir. Yargı vermeden bir duyguya neşter vurabilmek… Sokakta çocukların hâlâ koşup oynadığı bir mekân hayal ederek başladım. Böyle bir sokağı anlamak, onun günümüz kent adacıklarından farklarını çözümlemeye çabaladım. İnsan yaşadığı yere benziyor ya hani, böyle bir yerde yetişen biri nasıl hisseder mesela? Bu sorularla uzun bir yolculuk yaptım. Oradan evrilerek biçimlendi roman.

Kurtuluş’ta Rölanti Çıkmazı diye bir sokak geçmişte var mıymış?

Böyle bir sokak yok, ben uydurdum.

Neden peki bu sokağın adı Rölanti Çıkmazı?

Rölanti ve çıkmaz… İki olumsuz kavramdan kayıp bir cenneti tanımlamayı denedim, diyelim. En azından çıkış noktam buydu ama bu “rölanti” kavramı, Perizad’ın da nörolojik rahatsızlığını tanımlıyor. Çıkmaz ise onun geçmişinden gelen iğdişlik halini… Benzer ilişki Kosta, Yakup, Madam ile de kurulabilir. Hepsinde ortak olan bir kıstırılmışlık hali var. Korku, sinmişlik, kendini yaşayamama hali…

Kitabınızın başında Mahzuni Şerif’in “Bazı acılardan al ilacını” sözüne yer veriyorsunuz. Rölanti Çıkmazı romanında okur hangi acılarla yüzleşiyor? Tek bir şeyden söz edemeyiz değil mi?

Hepsinde ortak olan şey şiddettir. Romanın tematik yapısı sondan başa doğru belirginleşir. Hikâyeniz şekillenirken farklı aşamalarda, aslında ben bu hikâyeyi anlatmakla ne söylemiş oluyorum diye sorgulamaya başlarsınız. Bir yerde hikâye ile yazarın bir cümlelik itiraz manzumesi örtüşür ve o cümle belirgin hale gelir. Anlatılan her şeyin derinlerinde bir ima vardır. Tema aslında yavaş yavaş yüzeye çıkan o imadan başka bir şey değil. Sahnelerin birbirine bağlandığı bir eksen… Bütün bu anlatıları yatay olarak kesen ortak eksen nedir diye baktığımızda “potansiyel şiddet” olarak özetleyebileceğimiz durumla yüzleşiriz. Gündelik hayatta tanımladığımız ya da bize tanımlanan dar anlamda, fiziksel bir şiddet değil bu dediğim! Örneğin meclisten milyonlarca canlının canına kast edecek bir kanun çıkıyor. Bu ağır bir şiddettir. Sadece o canlıların hayatına kast eden bir şiddet değil. Büyüyen, kapsama alanı genişleyen ve zihninizde genleşen, sizin hayatınızı da kapsayan yakıcı bir şiddete dönüşür. Süreğen bir korku ve giderek bir iğdişlik hali üretir. Yaşlı, fakir, engelli bir insanım diye yarın beni de itlaf edebilirler mi duygusu oluşturur bir süre sonra. Kurbanın yanında yer aldıkça kurbana dönüşürsünüz.

“YOKSULLUK DA BİR ŞİDDETTİR”

Yoksulluk da bir şiddettir söz gelimi. Geçim derdiyle uğraşırken hayatınız boyunca üreteceğiniz artı değer ölçeğinde bir para yöneticilerin bir günlük elektrik faturasına ödeniyorsa şiddete maruz kalıyorsunuz. Bunun tanımlanmaması, dile getirme konusunda hissedilen tereddüt yani “bu bir şiddettir” diyememek de bir şiddettir. Şiddeti tanımlamaktan korkuyoruz.

İnsan olarak çok donanımlı varlıklarız. Üzerinde yaşadığımız gezegen son derece cömert ve güvenli. Bunlara rağmen bize sunulan hayat, sadece karnını doyur, TOKİ faturanı öde, fazla bırbır etme ve öl! Bu döngüden çıkmamız gerekiyor. Roman bu şiddetin türevlerini sergiliyor. Yaratıcı yanlarımız törpüleniyor, tırnaklarımız, dişlerimiz sökülüyor, itiraz edebilme yeteneğimiz, güdümüz ortadan kaldırılıyor; iğdiş ediliyor, uysal, amaçsız varlıklara dönüşüyoruz.

“SOKAK NEOLİBERALLERİN MÜLKÜ HALİNE GELDİ”

Bir önceki kitabınızda Udi Nubar’ın hikâyesini anlatmıştınız. Şimdi de flüt biçiminde bir binayla karşı karşıyayız. Flüt biçiminde bir binaya nasıl karar verdiniz?

Metaforik olarak sesini kaybeden bir şehri tanımlıyor bu imge. Bakın, hemen şuradaki binanın dışında nasıl güzel süslemeler var. O oymalar evin içinde konaklayanlar için değil, sokaktan geçenler için yapıldı. Ev sadece şahsın malı değildi sokağın da bir parçasıydı demek ki. Aynı zamanda o binanın bir dairesinde oturan insan sokağın da sahibiydi. Sokak şu anda kamu adına ahkâm kesen despotik neoliberallerin mülkü haline gelmiş durumda. Sokaklar elimizden alındı yani. Oysa sokağın her köşesi bizimdir. Hayatın kendisi bizimdir. O insanlar elimizdeki değerleri gasp etmiş durumda. Sokak dönüşümün, olgunluğun, paylaşımın mekânıdır. İnsan hayatının üç boyutu vardır: İç dünya, sevdiklerimizle birlikte olduğumuz boyut ve kamusal alan. Bunların her biri bizim kimliğimizin bir parçasını tanımlar. İç dünyamız ve sevdiklerimizle paylaştığımız hanemiz çok kıymetli ve özeldir, eyvallah ama sokak, yani bizim kamusal kimliğimiz de iç dünyamız kadar değerlidir. Oradan kovulduk, onu söylüyorum. Yaşam alanımız daraltıldı. Yalnızca tapusuna sahip olduğumuz yerler bizim, gerisi gasp edilmiş durumda. Bütün bir gezegen! Her karışı ranta dönüşmüş bir gezegen burası artık. Biz yetim sığıntılardan ibaretiz. İğdişlik bu işte. Tarif ettiğim potansiyel şiddet bu.

“YAZARKEN TAKLİT ETTİĞİM USTA RESSAM BRUEGHEL’DİR”

ekran-goruntusu-2024-08-01-124343.jpg

Brueghel’in ‘Çocuk Oyunları’ tablosundan söz ediyorsunuz. Bu tablo hikâyenin başlangıç noktası olabilir mi?

Brueghel yazma maceramın en eski ilham kaynağı. Yazarken taklit ettiğim en büyük ustam, Ressam Brueghel’dir. Onun merkezsiz, şaşırtıcı, oyunlu dünyası beni çok cezbeder. Kahramansız bir dünyayı resmeder usta. Tema eksenine oturtulmuş, her köşesinde ayrı bir merkezin olduğu muazzam bir bakış… Ben dünyaya bakmayı Brueghel’den öğrendim galiba.

“Z KUŞAĞINI YETİŞTİRENLER SORUNLU!”

Çocukluğu çok zor geçen, çocuk olmasına izin verilmeyen Perizad’ın hikâyesini okuyoruz. Gazze’de, Ukrayna’da çocukluğunu yaşayamayan, sokaklarda oynayamayan çocuklar var. Ülkemizde belki savaş yok ama sokaklar, evler, okullar çocuklar için güvenli olmayabiliyor. Sizce çocuksuz kalan, çocukluğunu yaşayamayan bir toplum nasıl olur?

Yaşanması düşünülen çocukluk nasıl bir şey, diye sorsam? Sokakta oynayarak mı, yoksa ekran başında mı büyümek? Çocuk henüz konuşmaya başlamadan uyuması için eline tablet veriyorlar. Ninniyle uyutmayacağın, masal anlatmayacağın bir çocuğu neden dünyaya getirirsin ki? Mutlu bir insan olmasını istiyorsan, ona bu şansı vereceğine inanıyorsan tabii ki çocuk doğur. Ben böyle bir şey göremiyorum pek. Sonra Z kuşağı şöyle böyle diye verip veriştiriyoruz. Ne verdik ki onlara? Sokaktan kovuldun, çocuğunu da çekip dizinin dibine oturttun. Ne yapabildin? Şimdi kediyi, köpeği de kovuyorlar, ne yapabiliyoruz? Bir bağ kuramamışsın ki sokağınla. Bakın bence Z kuşağına gelmeden, asıl Z kuşağını yetiştiren kuşak sorunlu, yani sorun bizde bence. Muhitimizle, sokağımızla doğru bağ kurmayı beceremedik. İktidara sınır çizemedik mesela. İktidar bizi sokaktan kovduğunda boynumuzu eğip hepimiz evlerimize, güvenli alanlarımıza çekildik. Eh mademki devrim yapamadık, bari evimize hapsolalım. Sokak bizim değil artık! Apartmanın önüne sandalyeyi koyun oturun, bir zaman sonra zabıta gelip kovar sizi. Orası bir rant alanı. Şimdi böylesi vahşi bir coğrafyada çocukluğunu yaşasan ne olur, yaşamasan ne olur? Durup durup bu garip çocuklara laf saydırmaktan da vazgeçmemiz gerekiyor artık.

“KADINLAR HAKLARINI ÇATIR ÇATIR ALIYOR”

Bu sadece iktidarın da problem değil öyle değil mi? Muhalefet de insanları sokaktan uzak tuttu.

İktidar hiçbir zaman sorun teşkil etmemiştir. İktidarın doğası doyumsuzluktan beslenir. Her zaman fazlasını ister. Orada bir sorun yok. Sorun, çözüm gerektiren bir durumu tanımlar. İktidar bu anlamda bir sorun değil, çözüm gerektiren bir şey değil çünkü. Ondan kurtulmak, arınmak gerek yalnızca. Muhalif olduğuna inananlarda sıkıntı var asıl. Tersinden örneklemek gerekirse, kadın meselesine bakın. Kadınlar haklarını talep etti ve çatır çatır alıyor. Gerçek muhalefet orada. Erkekler kadınlara hak vermiyorlar, kadınlar yumruğunu masaya vurup alıyor. Doğrusu da budur. Yanlışı bile budur. Başka yolu yok çünkü. Böylesine nobran bir iktidar geleneği karşısında boyun büküp hak talep edemezsiniz. 8 Mart karınlarına sancı oldu, görmüyor musunuz? Türkiye’de muhalif olduğunu zannedenler dönüp şu kızçelere bir baksın, bu iş nasıl oluyormuş öğrensinler. Yine sokak, diyorum yani. İktidar bloku etki alanını gönüllü terk etmez, her zaman sahanlığını genişletmek ister. Muhalefet hayatı buna karşı yeniden tanımlamak zorundadır. Ne komünistler ne CHP ne başka bir parti… Hiçbiri gerçek anlamda muhalefet yapamıyor. Kadınlar on bin yıllık genetik kodlarıyla ve tarihsel birikimleriyle, bilinçleriyle, annelerinin kaderini yaşamak istemiyorlar. Bir hobi değil, bir boş zaman meşgalesi değil kadın mücadelesi, bir var oluş mücadelesi. İşte o yüzden muhalefetin buraya bakması gerekiyor.

Kendi tarihimize mi sırtımızı döndük?

Tarihsel vasfımızı yitirdik. “Anı yaşa” zırvalarının da bunda katkısı olduğu kesin. Daha doğrusu, sanırım bir yaşam tarzını şifreliyor bu “anı yaşa” saçmalığı. Hiçbir canlı varlığın geçmiş ve gelecek perspektifinden arınmış, beklentisiz, amaçsız bir yolculuğu olamaz. Bir bitki bile betonun, asfaltın arasından başını uzatıp varlığını geçmişten geleceğe taşıma gayreti içinde. An, iki sonsuz mesafe arasındaki bir noktayı tanımlar. Meseleye gelecek olursak: Çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağız? Yaşadıklarımızın, yaptıklarımızın, önceki kuşaklardan edindiklerimizin hangisini miras bırakacağız? Kültürel birikimimiz ne? Koca bir Anadolu uygarlıklar silsilesinden ne kaldı eteğimizde? Bunlar olmadan hiçbir şey üretemezsiniz, bir söz söyleyemezsiniz. Bu ülkede sanat filan yapılamıyor, sadece zevahiri kurtarma çabası... Vitrine koydukları birkaç starla dönüyor çark. Bu ülkede Fazıl Say’dan başka piyanist yok mu? Neden duymuyoruz bu insanları? Fazıl Say değer verdiğim şahane bir müzisyen, eyvallah ama ülkedeki diğer değerleri de görmek istemez miyiz? Tolgahan Çoğulu neden duyulmuyor mesela? Mikrotonal müzikte bir çığır açtı, melodileri dünyada yankılanıyor. Ya da Sezen Aksu kadar iyi şarkı sözü yazan biri yok mu sahiden? Yolda grubu vardı örneğin. Çocuklar yaptıkları müthiş müziği internette ücretsiz dağıttılar. Bir zamanlar Fethi Naci “Türkiye’de roman yok” demişti. Şimdi de Türk edebiyatı mı Türkçe edebiyat mı tartışması yapıyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle anlamsız bir tartışma yoktur. Türkçe roman ile Türk romanı aynı şey değil her şeyden önce. Hala biçimsel, kısır bir tartışma sürüp gidiyor. Türk romanı deyince şöyle oluyorsun, Türkçe roman deyince böyle. Ayı gösteren parmağa bakıyorsunuz. Ortada Türk romanı denebilecek ne var? Bu toprakların değerlerini taşıyacak, dünya edebiyat tarihinde yer alacak hangi motifi, geleneği üretebildin? Türk romanı olsan ne yazar, Türkçe roman olsan ne yazar? Ne yaptın, şu anda roman sanatın dünyanın neresinde? Naci’nin kast ettiği tam da buydu. Neden bir Rus romancılığı var da Türk romancılığı yok! Bir roman geleneğin yok senin başta! Neden? Nerelerde akamete uğradı bu gelenek? Bu topraklarda nasıl malzemeler var, Batı romancılığından farklı neler yapabiliriz? Bunları bırakmışız, semiyotik sataşmalara dökmüşüz işi.

DÜNYA ROMANCILIĞINA NE KATTIK?

Bunun politik bir tartışma ekseninde olmaması gerekiyor, çok rahatsız edici. Kısır bir tartışma bile değil! Türk romanı ile Türkçe roman iki ayrı şey. Söz gelimi, İran’da bir Azeri, Türkçe roman yazar ama Türk romanı olmaz o. Tersi de doğru… Gogol annesine bir mektup yazıyor ve annesinden çocukken ona anlattığı masalları istiyor. Gogol bir Ukraynalı, Rus değil. Ama yazdığı Rus romanıdır. Rus kültürünün masallarının esiniyle yazmıştır, Altın çağı başlatan ilk roman olan Ölü Canlar’ı yazmıştır. O kültürün kendi kaynaklarından beslenmiştir. Batılı formu alır, kendi hikâyesini onun matrisine oturtur. Biz roman sanatını alırken içeriğini de almışız. Örneğin Yakup Kadri’nin Yaban romanını alın, isimleri Rusça yapın, kimse fark etmez. Müthiş güzel bir romandır ama buna Türk romanı diyemezsiniz, Türkçe bir romandır. Anlatabiliyor muyum? Fethi Naci bunu anlatmaya çabaladı durdu. Türkiye’de roman yok, demişti. Çünkü kendi anlatı geleneğimizi kuramamışız. Bir Rus, Avrupa, Latin Amerika, bir Anglosakson romancılığından söz edilebilir. Her biri tartışılabilir tabii, belki Kuzey Edebiyatı’ndan da söz edilebilir. Dünya romancılığına Türk romancıları olarak ne kattık?

Bunun toplumsal, siyasal, ekonomik bir nedeni olmalı.

Türkiye’de bir arayış süreci var. Tanzimat’la birlikte roman formu alındı, içeriği de eşantiyon olarak yanında geldi. Yerel anlatı geleneklerinin o kaba konulabileceği konusunda kuşkuluydu yazarlar. Doğu masalları, meddah hikâyeleri küçümsendi. Romanın anayurdunda hangi sorunsallar varsa onlar da aynen ithal edilmiş oldu. Berna Moran’ın şahane çalışması olan Türk Romanına Eleştirel bir Bakış’ın ilk cildinde bu söylediklerimi daha ayrıntılı görebilirsiniz. Özetlemek gerekirse kendi hikayesine sahip çıkmadı modernist Türk yazarlar. Roman bir entel dantel sanat olarak doğdu, öyle de kaldı. 2000’lerde de adrenalin sporu… Hiçbir zaman bu toprakların hikâyesi romana yansıyamadı. Tek tük, bu işe kafa yatıran olağanüstü romanlar oldu ama bunlar bir gelenek yaratamadı. Latin Amerika’daki gibi bir çarşı etkisi yok ortada yani.

Rusya’da öyle olmadı işte. Kendi ihtiyaçları doğrultusunda romanın içeriğini biçimlendirdi yazarlar. Doğan Kitap’tan çıkan Ölü Canlar’ın önsözünde de bunun nedenlerini uzun uzun anlattım. Türkiye’de roman formu gerçekten kendi soluğunu bulmaya başladığı andan itibaren de toplumcu gerçekçiliğin kafesine kısılıp kaldı. Yaşar Kemaller bu yapıya rağmen müthiş güzel eserler ortaya koydu ama yine toplumcu gerçekçiliğin yarattığı karanlığı aşamadı bu eserler. Bakın bu dönemde Infanteler, Isabel Allendeler, Gabriel Garcia Marquezler Latin Amerika’da büyülü gerçeklik edebiyatını kurdular. O sürecin anası Maria Luisa Bombal’dır. Şilili feminist bir kadın yazar… Marquez’in esinlendiği yazar da Maria Lisa Bombal’dır. Isabel Allende’yi de çok etkilemiştir. Hatta Bombal’ın ilk romanı Sisler Evi’dir. Allende’nin Ruhlar Evi romanı isim olarak da ona naziredir. Şimdi asıl soru şu: Neden Rusya’da, Latin Amerika’da bir edebiyat geleneği oluşturulabildi de bir Türk (ya da Türkiye!) romancılığı yok ortada. İsimler var, çok parlak isimler, olağanüstü güzel romanlar var ama bir gelenek kuramadık.

“TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK ROMAN SANATINA DELİ GÖMLEĞİ GİYDİRDİ”

Şöyle mi düşünmeliyiz: Toplumların gelişimi romancılığı da etkiledi. Türkiye’de bu gelişim eksik kaldığı için bu durum romana da yansıdı. Bunu söyleyebilir miyiz?

Tam değil, tabii ki toplumsal süreçler ile sanat arasında karmaşık ilişkiler var ama bireysel tavırlar, en önemlisi cesaret çok önemli. 1984 romanına bakın. Buna cesaret edebilecek bir Türk yazar oldu mu?

Suat Derviş, daha sonraki dönemde Yaşar Kemal, Orhan Kemal roman sanatının ilkelerinin belirlendiği dönemde olağanüstü çıkışlar yaptı. Abdülhak Şinasi Hisar’a bir bakın, nasıl sihirli bir anlatım, Gürpınar vs. Nazım Hikmet’in destanları muazzam eserlerdir. Daha hâlâ bir tane destan yazılmadı. Şeyh Bedrettin, Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuvayı Milliye üzerine destan yazılmadı. Belki buradan bir yere çıkılabilirdi. En önemlisi roman kamusal alanda bir ihtiyaç halini alabilecekti. Bir gelenek oluşturmanın yolu budur her şeyden önce. Bu oluşacak gibiydi ama

Köy romancılığı ile başlayan bir gelenek belirdi o arada. Oradan da bir Latin Amerika romancılığı doğabilirdi. Fakat toplumcu gerçekçilik, roman sanatına bir deli gömleği giydirdi. Köy romancılığı yine dışarıdan gelen aydın, öğretmen gözünden anlatılan oryantalist bir sınıra hapsoldu. Yani romanın avami bir sanat olabilmesinin yolu tıkandı orada. Dün entel dantel için roman yazılırken şimdi de solcu gençlere sınıf bilincini anlatan romanlar yazılmaya başladı. Roman araçsallaştı. Bir sanatın başına gelebilecek en kötü şeydir. Yani hiçbir zaman Türkiye’de sıradan insan roman okuru olmadı. Bu da geleneğin oluşması için şarttı. Basitçe söylemek gerekirse, ne kadar doğru, bilmiyorum ama her yıl Dosteyevksi’nin romanları 4 milyon basılıyormuş Rusya’da. Hala! Bu çok önemli değil mi? Şimdi bakın bakalım Orhan Kemal kaç satıyor her yıl? İşte sorun burada. Toplumcu gerçekçilik ve önceki dönemdeki entellik algısı, bırakın işçi sınıfını, beyaz yakalının bile ilgi alanına taşımanın önündeki en büyük engellerdi. Kapitalizmin en işlek hilesi, bir ürün pazarlamadan önce onu ihtiyaç olarak dayatmanın yollarını keşfetmesidir. Yani önce size cep telefonunun ne kadar elzem ve kaçınılmaz olduğunu gösterir, sonra her sene yeni bir model dayar burnunuza. Sanat da biraz böyle yürür aslında. Bu sanatın önce ihtiyaç olabilmesini sağlamalıydık. Müzik bunu başarabildi. Endüstriyel müziğin yanı sıra şu anda hatırı sayılır sayıda insan blues, klasik de dinliyor. Bakın Batı toplumlarında pop edebiyat ile edebiyat arasında kalın, aşılmaz bir çizgi vardır. İnsanlar eğlencelik olarak bir şeyler okur ama bazen daha zorlayıcı metinlere ihtiyaç duyarlar. Türkiye’de her şey “kitap”tır ve o “kitap” entel dantelin avunma aracıdır. Instagram’a da korsun iki kitap fotoğrafı, sen de ne kadar “kitap” okuduğunu sergilersin. Öyle! İyi de “kitap” ne yahu? Virginia Woolf mu okuyorsun yoksa Ian Fleming’i mi? Türkiye’de bu ayrımın olmayışının nedeni ile roman geleneğinin olmayışının nedeni aynı: Roman entel dantel kesimin oyuncağı. Hiçbir zaman roman sanatı, cep telefonu gibi bir ihtiyaç olarak belirmemiştir. Haliyle iyi roman ile çok satmak eş anlamlı kabul edilegelmiştir. Sattığın kadar iyisin yani.

Şimdiki deli gömleğimiz de endüstriyel romancılık. Karamazov Kardeşleri piyasa işi yapan bir yayıncının önüne koyun. Büyük ihtimalle basılmaya değer görmediği için geri çevrilecek. Filanca manken, ıvır zıvır bir şeyler saçmalar, aynı yayıncı onu yüzbinlerce basar. Onu okuyanlar da “Kitap okuyorum” diye Instagram’da paylaşır. Alan memnun, veren memnun, kasa dolu! Allah bereket versin! Fakat endüstriyel yayıncılığa bir alternatif oluşturulabilmeli. Türk romancılığı mı Türkçe roman mı gibi über bilimsel tartışmalardan biraz başımızı kaldırıp bu ülkenin tarihi, kaderi, değerleri, folkloru, dertleri, aşkları, şaman geleneği, Urartu, Hitit, Helen uygarlıkları, Selçuklu ve dev bir tarih neden bu ülke romancılığının ilgi alanı olamadı, bunu konuşmalıyız biraz da. Neden bir meddah, dengbej geleneği bu kadar es geçildi mesela? Türk romancılığı buralarda… Bunu yaparsın sonra adına Türk romanı mı dersin, Türkçe roman mı dersin, hepsine eyvallah. Sıkıntı şu ki o tarif etmeye çalıştığın şey yok ortada. Beş altı cengâver yoldaş, etinden canından artırdıklarıyla bir değer üretiyor. Ama karşısında dev bir endüstriyel yapı var. Neyi satmak isterlerse onu vitrine koyarlar ve o çok sattığı için de güvenli limanı olur okurun. Instagram’a koyunca da sırıtmaz, beğeni alırsın.

İsmail Güzelsoy ne okuyor?

G. Cabrera Infante’nin ‘Kapanda Üç Kaplan’ kitabını, Cortazar’ı yeniden okuyacağım, Sadık Hidayet’in ‘Kör Baykuş’unu’ Farsça okumayı deneyeceğim, zor iş! Türk romancılığının doğuş kaynaklarına geri döneceğim, burada geniş geniş anlattığım şeyleri yeniden düşünmeye çalışacağım. Suat Derviş, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerini zevk için yeniden okuyacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi