Eda Yılmayan
“Kadınlar beklentilerin dışına çıkmalı!”
Yeni öykü kitabı Tüfekle Vurulacak Şeyler’de Vuslat Çamkerten “Bizim de karanlıklarımız, alçalıp yükseldiğimiz yerler, çıkılacak yollarımız var. Kaçmak, uzaklaşmak, unutmak, oyunlar oynamak, tehlikeli olmak, sertleşmek istiyoruz. Peki, tüm bunları yapmaya hakkımız, imkanımız var mı? Yarattığım kadın karakterler bunun sorgusundalar” diyor.
“Kim karanlık hakkında sorular sormaya cesaret eder? Kim karanlığa ismini sorar?” Farklı kadın öykülerinden oluşan ‘Tüfekle Vurulacak Şeyler’ kitabı Ursula K. Le Guin’in kadınların hafızasına kazınan bu sözleriyle başlıyor. Vuslat Çamkerten tam da Ursula’nın dediği gibi karanlığa sorular soruyor. Erkeklerin ördüğü, kurallarını kendilerinin belirlediği bir dünyaya güçlü kadın karakterleriyle çıkıyor. Sekiz öykünün yer aldığı kitapta tüm kadınların ortak özelliği var olma mücadelesi… Öykünün adına gelince Çamkerten, “Bir kadının eline yüzyıllardır kendisine dayatılan, artık dayatıldığını bile unuttuğu bir nesne verirseniz, örneğin bir süpürge, bir bez, iplik, kaşık, sebze, fırın, çiçek… Bu onu yine içeride tutacaktır. İçeride yumuşak kalırsınız. Sınırlarınız bilinir. Ne yapacağınız kestirilir. Oysa yaşamın kendisi, olaylar ve en önemlisi de bilgi ve deneyim dışarıdadır. Öyleyse, bir kadına, erkeğe, erkekliğe ait tüfek gibi bir nesne verdiğinizde hikâye bambaşkalaşır, kadın orada bambaşka, hatta istenmeyen bir güç kazanır” diyor. Anlattığı bu güçlü kadınların hikâyesini ve kadınları resmetme serüvenini Vuslat Çamkerten’le konuştuk.
Öykülerinizde kadınları anlatıyorsunuz. Neden sadece kadınları yazıyorsunuz?
Kadınların beklentilerin dışına çıkmasını istiyorum. Bizim de karanlıklarımız, alçalıp yükseldiğimiz yerler, çıkılacak yollarımız var. Kaçmak, uzaklaşmak, unutmak, oyunlar oynamak, tehlikeli olmak, sertleşmek istiyoruz. Peki, tüm bunları yapmaya hakkımız, imkanımız var mı? Yarattığım kadın karakterler bunun sorgusundalar. Kadınları bu halleriyle anlatmak kitaptaki tüm öykülere başka bir ivme verdi, çoğu zaman da ters köşeler yarattı. Kadınların sıçradıkları yerler başka, görme biçimleri, sezgileri, vazgeçtikleri, arzu ettikleri yerler, zamanlar başka. Bunlar gerçekler ama kalıpların ardına saklanan gerçekler. En başta dediğim gibi ben kadınların çitlerden atlayıp kaçmalarını istiyorum. Dayatlamalarla şekillenen standartların boğucu sınırlarından arkalarına bakmadan kaçsınlar. Edebiyat bize geçmişi anlattığı gibi gelecek için de bir his, bir yön bırakabilir, buna inanıyor, olasılıkları gösterebilmek için yazıyorum. Bunlar da olabilir, evin hudutlarının dışında da bir dünya var demek için. Ev bir metafordan daha fazlası, kadınların tüm yaşantılarına çeki düzen veren, esneyip uzamalarını asla istemeyen, tam tersine hep küçük, dar ve az ve hatta azınlıkta hissettiren bir anlayış ve yaklaşım. Ev, ne zaman iyidir, ne zaman tuzaktır, dışarıda ne var? Kadın karakterlerimle birlikte bunu da sorguluyorum.
Kitapta sekiz öykü var. Tüm bu öykülerin ortak noktası ne olabilir? Kadınların dirayeti mi, yaşama devam etme mücadeleleri mi?
Evet, kesinlikle böyle… Biraz daha ileriye giderek başucu yazarım Deborah Levy’nin dediği gibi kadınların da “yüksek bir ata” binmelerinin gerekliliğini eklemek istiyorum. Erkeklere bahşedilen o yüksek atlar ve yol yapma, serüvene katılma haklarının kadınlar için de var olduğunun altını çizmek. Adil, renkli, sevinçli bir yaşam için kadınca arayışlar.
“ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ KADINLAR ÇİZİYORUM”
Anlattığınız kadınları aynı zamanda çiziyorsunuz da. Çizgi ve edebiyat nasıl buluşuyor?
Çocukluğumdan beri kadınlar çiziyorum. Neredeyse sadece kadınlar çizdiğim dönemler oldu. Onları başka başka renkler, desenler, elbiseler içinde, tutkulu, zorlu, tuhaf şeyler yaparken ve çoğu zaman da çıplaklıklarıyla, oldukları gibi görmeyi ve göstermeyi hep canlandırıcı bir his olarak duyumsadım. Daha fazlasını da görmeyi, göstermeyi hayal ettim. Bunu yapabilmek bana hikâyelerimi yaratırken de ilham verdi. Yazmayı ve çizmeyi, aynı yere varmak için kuvvetler birliği olarak düşünüyorum, böyle kullanıyorum.
Yazarken önce hayalinizde anlatacağınız kadını mı canlandırıyorsunuz?
Evet, ben önce hep anlatacağım karakteri görürüm. Ve onu mutlaka bir şey yaparken, bir şey peşinde izlerim. Söz gelimi kamburunu hafifçe çıkarmış, gözlerini kısmış, bir hedefe tüfeğini doğrultmuştur. Bir tiyatro sahnesindedir. Birinden kaçıyordur. Telefon elinde, yüzünde karmaşa, gizli bir plan tasarlıyordur. Holdeki koca, pis kutuya okkalı bir küfür savuruyordur. Bu sahneler bende soluk almaya başlar, etrafı örülür, şekiller, renkler belirginleşir. Bir hikâyenin kalbine oturur. Hikâyenin nefes almasını, hareket etmesini ve sonra da yürüyüp ilerlemesini böyle sağlarım.
Kitaba adını veren öykü ‘Tüfekle Vurulacak Şeyler’. Neden bu öyküyü seçtiniz?
Bir kadının eline yüzyıllardır kendisine dayatılan, artık dayatıldığını bile unuttuğu bir nesne verirseniz, örneğin bir süpürge, bir bez, iplik, kaşık, sebze, fırın, çiçek… bu onu yine içeride tutacaktır. İçeride yumuşak kalırsınız. Sınırlarınız bilinir. Ne yapacağınız kestirilir. Oysa yaşamın kendisi, olaylar ve en önemlisi de bilgi ve deneyim dışarıdadır. Öyleyse, bir kadına, erkeğe, erkekliğe ait tüfek gibi bir nesne verdiğinizde hikâye bambaşkalaşır, kadın orada bambaşka, hatta istenmeyen bir güç kazanır. Artık kestirilemez, kontrol edilemez olmuştur. “Tüfekle Vurulacak Şeyler" öyküsüyle tam olarak buna nişan alıyorum. Bu öykü, kitapta varmak istediğim yeri apaçık biçimde, dosdoğru işaret eden öykü oldu. Hem metaforik hem imgesel anlamda, kadınların da o dayatılmış yumuşaklığı tuzla buz ederek sertleşebileceklerini, kendi yollarını çizecek zihinsel ve bedensel kuvvete sahip olduklarını söylüyorum.
“KADINLAR İÇİN DAİMA SÜREGELEN BİR İTİBARSIZLAŞTIRMA VAR”
Kadın Hamletlere adadığınız Tuz Gölü öykünüzde anlattığınız karakterlerden biri sanatçı olarak bu ülkede itibar görememekten dert yanıyor. Hamlet eserinde sürüncemede kalmış bir karakter görürüz. Peki kadın Hamletler? Hayatları hep bu sürüncemeyle mi geçer? Onun için mi öykünüzü kadın Hamletlere adadınız?
Dünya erkekler için hep bir oyun alanı oldu. Sanat, edebiyat, politika, özgürlük, serüven, tarih, zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek diye ayrılan her bir parçası erkekler için yaratıldı, düzenlendi, erkek dünyasının istediği gibi şekillendi. Şehirler, eşyalar, tasarım dünyası, yaşam tarzları, küfürler ve öfke duygusunun kendisi bile önce erkekler için var. Kadınlar bu oyunda nerede? Yanıtı hepimiz biliyoruz, yaşıyoruz. Elbette bu katılık bozuldu, bozulmakta, bozulmaya da mecbur. Ama bu, kadınların yüzyıllar boyu kendilerine dayatılmış sınırlar içinde kafası, kalbi karışık, alternatifsiz ve çıkışsız kaldıkları gerçeğini değiştirmiyor. Çağlar kadar büyük, haksız bir gecikme var ortada. Sanatta, edebiyatta, sporda, evde, ofiste, aklınıza gelebilecek her alanda kadınlar için daima süregelen bir itibarsızlaştırma var. Hamletler vardır ama kadın Hamletler belirdiğinde oraya şöyle bir dönüp alıcı gözle bakarız. Neler oluyor? Yoksa kadınlar özgürleşecek mi, böyle bir tehlike var mı? Ne yapmalı? İşte bu yüzden Tuz Gölü’ndeki o iki tiyatrocu kadının hikâyesi Kadın Hamletlere adandı.
Sanatçının itibar görememesi meselesine dönecek olursak siz farklı disiplinleri bir araya getiriyorsunuz. Felsefe eğitimi aldınız ve çocuklarla felsefe atölyeleri yapıyorsunuz. Çizim hep hayatınızda. Tüm bunların yanında yazı da var. Sanatçının itibar görememesi meselesini nasıl açıklarsınız?
İçinde yaşadığım toplumda karanlığın gittikçe koyulaşmasıyla beraber bilginin üstten bir bakış gibi karşılandığını görmek zor değil. Oysa hepimizin sevginin, iyiliğin, adaletin, özgür iradenin gerçekte ne olduğunu ve ne olmadığını bilmemiz, bunun için de bu kavramları süreklilik içinde sorgulamamız gerekiyor. Sanat, felsefe, edebiyat. Bu üçü daima yeniyi, iyiyi, güzeli arar. Bir şeyi ararken neyi aradığımızı bilmek bize kuvvet verir. Karanlık, bulanık, çaresiz sularda çırpınmak yerine yolda oluruz, başka dünyalar görürüz, anlarız, anlaşırız, sevebilmeyi, sayabilmeyi biliriz. Sevgi, saygı, adalet gibi kavramların itibar görmediği, içinin boşaltıldığı yerde hiç kuşkusuz ilk önce sanat en dipte, duvarlar arasındadır. İtibarsızlaştırılmıştır. Uğraştığım, emek verdiğim şeyler elbette ruhumu, pratiğimi büyütüyor, her biri ürettiğim her işe başka bir renk, tat katıyor. Ve fakat, tüm bunların son yıllarda neredeyse sadece kendi dört duvarım arasında bana yaşama hevesi verdiğini kendime bile itiraf etmekte zorlanıyorum. Yine bununla beraber, yaptığınızı ne olursa olsun yapmaya devam ettiğinizde sizi o yolda mutlaka görenler oluyor. Son dönemde İngiltere bazlı çok büyük bir yayınevi için heyecan verici bir proje üstüne çalıştım, 2025’te ortaya çıkacak. Başka ülkelerde sanatçıya verilen itibarı gördükçe her şey için, sadece kendi için değil, her yenidoğan için, herkes için daha da üzülüyor insan…
ÇOCUKLAR İÇİN FELSEFE ATÖLYELERİ
Yeni dönemde çocuklarla felsefe atölyeleri devam edecek mi? Biraz bu atölyeden söz eder misiniz? İlgilenenler sizinle nasıl iletişim kurabilir?
Felsefe bilgiyi arıyor, bilgi özgürleştiriyor, insana alternatifler yaratabilme ve yol haritaları çıkarabilme pratikleri kazandırıyor. Bir çocuk için bundan daha büyük kuvvet, bundan daha büyük zenginlik düşünemiyorum. ODTÜ’de Felsefe okuduğumdan beri çocuklarla çalışmayı çok istiyordum. Son altı yıldır hiç kesintisiz, her hafta sonu çocuklarla buluşuyorum. Atölyelerimizde zaman, adalet, iyilik, doğruluk, sanat, benlik, değişim, öfke, arkadaşlık gibi yaşamın içinden pek çok kavramı birlikte sorguluyor, akıl yürütmeyi öğreniyoruz. İsterse uzay mühendisi, isterse futbolcu, yazılımcı ya da piyanist olsun, herkesin felsefeye, sorgulama becerisine ihtiyacı var. Hem bireyler hem toplumlar için felsefe her alanın, her disiplinin bazını oluşturur. Çocuklarının kendi akranlarıyla birlikte sorgulama pratiklerini edinmesini isteyen veliler bana sosyal medya hesaplarımdan ya da [email protected] e-mail adresimden ulaşabilir. 21 Eylül’de 16 haftalık yeni sezonumuzu açtık. Küçükler haricinde, çok sıkı bir Lise Felsefe Kulübümüz olduğunu da ekleyeyim, gençler bu özgür, yenilikçi ve eğlenceli kulübü kaçırmasın.